Bir süredir sosyal medyada akademik zam kampanyası var. Ben de bir akademisyenim. Haliyle zamdan memnun olurum. Fakat… Zam neden yapılmıyor? Bunda haklılık payı var mı? Bunları da sorguluyorum.
Konu çok boyutlu. Mümkün olduğunca kapsamlı ama özlü olarak yazmaya çalışacağım.
Evvela yukarıdaki görseli açıklayayım. Bu görseli neden seçtim?
Prof. Dr. Bengi Başer adında bir Twitter kullanıcısı yukarıdaki görseli şöyle bir notla birlikte paylaşmış:
“Kadın isterse, yapar ve bu ülkenin Cumhuriyet kadını bu ülkenin başını her daim dik tutar! Yobaza inat!..”
Paylaşımın bağlamı ne? Türkiye Kadın Milli Voleybol Takımının Milletler Liginde şampiyon olması. Peki bu olayın cinsiyetçi ideolojiyle ilgisi ne? “Türk erkeği şampiyon olamaz” mı denmek isteniyor? Kadınlar isteyince şampiyon oluyorsa geçtiğimiz yıllarda istemediler mi? Konunun Cumhuriyet’le ilgisi ne? Turnuva serisi başladığından beri Amerika Birleşik Devletleri 5 yılda 3 kere şampiyon olmuş. ABD’nin siyasi rejimi Türkiye’ninkinden üç kat daha iyi mi demek? Cumhuriyet kadını ne demek? Türkiye’de kadın voleybolu 1957’de başlamış. Önceki nesiller heba mı oldu voleybol olmayınca? Ve olayın yobazlıkla ilgisi ne?
Durun, bu sorunun cevabını biliyorum: Bu ülkenin Profesör unvanı verdiği bir insan, işte bu kadar yobaz olabilmekte… İlişkilendirme ve mantık fukarası, her şeyi ruh hastası gibi ideolojik okuyan, saplantılı, bilimin özüyle hayatında en küçük teması olmamış, derinliksiz malumatla unvanlar almış, birlikte yaşama kültüründen ve medeniyetten yoksun histerik bünyeler bu ülkede Profesör olabiliyor. Profesörlüğe giden yolu da buradan hesap ediniz.
Tımarhaneye kapatılması gereken tiplerle dolu Türk akademik camiası… Bunlar zam falan hak etmiyor. Bunların şimdi aldıkları maaşlar bile çok. Madalyonun bir yüzü bu.
Diğer yüzüne gelelim…
Hükümetin gözünden bakınca, Türkiye’de akademisyenler iki kesimden oluşuyor:
- Muhalif kesim. “Bunlara niçin zam yapalım ki?” diye düşünüyor hükümet.
- Memur kesim. Daha doğrusu, hükümetin “akademisyen sıfatlı memur” olarak görmek istediği kesim. E bunlar da son kertede memur olunca, memur gibi görülünce “Bunlar da diğer memurlar gibi memur. Onlara niçin ayrıca zam yapalım ki?” diye düşünüyor hükümet.
Kısacası, akademisyenlere zam yapması beklenen hükümetin gözünden bakınca Türkiye’de akademisyenler iki kesim: Muhalif iseler kötüler, iyi iseler de memurlar. İki durumda da akademisyenlerin ayrıca değerlendirilmesine, akademik zamla güçlendirilmesine gerek yok.
Durum bu kadar basit ve net.
Hükümet burada kısmen haklı, kısmen haksız.
Haklı çünkü gerçekten AK Parti öncesinde üniversiteler, elitizm makyajının ardında tam bir cehalet yuvası. Bilim slogandan ibaret. Vıcık vıcık ideolojik mevzilenme söz konusu. O kadar korkunç bir söylemsel baskı var ki bugün dahi o dönemde yetişmiş akademisyenlerin önemli bir kısmının bilim insanı sıfatıyla yüksek bir kültüre sahip olmadığından eminim, saygıya layık olduğundan da emin değilim. Ciddi bir bilinç, hatta şahsiyet problemi var, Jakoben akademinin eleğinden geçmiş akademisyenlerin. Bunların sekülerist, pozitivist ideolojiye teslim olanları bir vaka, teslim olmayıp reaksiyon gösterenleri ayrı vaka. Ortaya koydukları toplu manzara bize şunu söylüyor: Bu ülkede bilim kültürü yok. Bilgi üretme kültürü yok. Bilgi nedir, nasıl ve niçin üretilir, hangi kültürel atmosferde işlenir, neye kanalize edilir? Bu hususlarda üniversiteler kesinlikle bitik vaziyette. Sokakta, kahvede yaşanan ilkel didişmeler üniversitelerde de aynen cari. Hatta bazen daha sinsi ve yabani formlarda…
Türkiye’de akademik camiada hasbelkader şahsiyet ortaya koyanlar ya yalnız kalmıştır ya da mevzi seçmeye itilmiştir. Zira devletin -haliyle üniversitelerin de- kuruluş felsefesi radikalizm derecesinde ideolojik olunca akademisyenlerin de temel ve ortak formasyonu ideolojik yaklaşım olmuştur. Kimi solcu, kimi ülkücü, kimi dinci, kimi kapitalist, kimi pozitivist, kim küreselci, kimi ulusalcı… Akademisyenlerimiz ya bir ideolojinin hizmetine çekilmiş ya da silikleştirilmiş durumda.
İnsanların ideolojileri olmaz mı? Olur. Akademisyenlerin de olur. Fakat bizde ideolojiler saplantılar ve sinsilikler üzerinden işliyor. İşte bu olmaz. Çünkü gerçeklerin açıkça ve medenice konuşulmasına dayanmayan ortamlarda bilim olmaz. Sorun tek başına ideoloji de değil öyleyse. İdeolojinin aşındırdığı ve bilim nosyonundan kopardığı kişilikler. Ve bu arızalı kişilerin, güdümlerine girmeyen liyakatli insanları ekarte ederek, pek çok liyakatsize de el vererek yarattığı yampiri akademisyen profili.
Konunun toplumsal sınıflarla da ilişkisi de var. Cumhuriyetin ilk birkaç nesil akademisyenleri kentli. Bunlar rejimin bayraktarlığını yapmışlar. Türkiye’de üniversitelerin bilim dışı yuvalar olmasının asıl sebebi de bu ilk birkaç nesil. Kimisi malumat deryası, fakat çoğu modernist saplantıların elinde zihnen hadım olmuş geri kafalı tipler. Hem de bile isteye geri kafalılar çünkü rejimin kendilerine bahşettiği, halktan ve gerçeklikten yukarıda hissetme statüsünden mutlular.
Kendi alanım (Hukuk Düşüncesi) adına konuşacak olursam, bu ilk birkaç nesilden orijinal bir teori üretmiş tek bir kişi yok. Özgün düşünmeye ehil olmadıklarını düşünmüş olmalılar. “Batı’da üretilir, bizde öğrenilir” kafasındalar. Haliyle o devir akademisyenlerinin (hatta şimdikilerin bile) “en iyisi” Batı’dan aktarım yapabildiği için iyi. Ama umursanmışlar, saygı görmüşler. Çünkü ana akım olarak rejimle uyumlular. Hatta devlete naz yapabilecek kadar da rejimin göbeğindeler. Bu nedenledir ki bir dönem profesörler bakanlarınkine yakın maaş almışlar. Bakanlardan daha saygın görüldükleri zamanlar olmuş. Rejimin kurucu unsuru durumundalar adeta. Silahlı Kuvvetler neyse, bunlar da silahsız kuvvetler. Öyle bir kurgu.
İşte bu kitlenin bakiyesi olanlar bugün elitist ve muhalif görünüyor. Hükümete muhalif, geleneğe muhalif, hatta dine ve ülkeye muhalif olanlar var içlerinde. Gerçekte bunlar elit falan değiller. Fakat elit sınıfa dahil görülürüm ümidiyle muhalif, hem de dengesiz muhalif oluyorlar. Burada ciddi bir algı oyunu var. Akademisyenlerin bile sınıfsal algılara kapılma zavallılığı söz konusu.
Şunu demek istiyorum: Türkiye’de üniversitelerde hükümet muhalifliği bile çoğunlukla sınıfsal ve algısal bir oyunbazlık. Muhalif akademisyenler sahiden bilimsel çalışmalar yapıp da hükümetin karşısına koyuyor değiller. Batıcılık, Kemalizm ve Masonluk gibi politik cepheleri arkalarına alıp hükümete ateş etmek bilim insanlığı değil. Akademik unvan istismarı. Bilim adına cehalet. Hatta bir tür şahsiyet problemi.
Öte yandan, hükümetin görmek istediği akademisyen profili de işte aynı bu kitlenin elitist olmayan, “Anadolu insanı” versiyonu. Akademisyenler bizim askerimiz olsunlar. Saçma sapan da olsa bizim attığımız her adımı akademik jargonla övsünler. Zırvalarımızı teyit etsinler. Velhasıl hükümet de şahsiyetli bilim insanları istiyor değil. İstese bile öyle bir profili kolay kolay taşıyamaz. Çünkü sahte ve zalim elitlikle mücadele temelinde yükselen AK Parti iktidarı; cehaletin, kabalığın ve taşralılığın kutsanmasından besleniyor önemli ölçüde . Akademisyen profili bu genel çerçeveden uzaklaşırsa iktidarla üniversiteler arasında ciddi sorunlar çıkar. Öyleyse, bu profile uymayan akademisyenler en fazla tolere edilmeli, uyanlarsa taltif edilmeli ve sistem onların eliyle işletilmeli.
Şahsiyetle ilgili gözlemler ahlaki yargılar içerir ve konumuzla çok da ilgili olmamalı. Fakat şahsiyet problemlerinin akademik bir sonucu oluyor: Akademisyenlik mesleğinin belkemiği olması gereken açık, dürüst ve cesur kişilikler mevcut olmayınca, üniversiteler gerçekleri açığa çıkarma ve geliştirme misyonunu yerine getirilemiyor. Aksine, gerçekler, gerçeği bulmaya yönelik çabalar üniversitelerde bile kapı dışarı edilebiliyor.
AK Parti iktidarı üniversitelerimizin özünü çürüten bu sorunların kesinlikle kaynağı değil. Sorun, bizatihi rejimin gerçeklerle kavgalı ve bilimi iğfal edici olmasından kaynaklanıyor. AK Partinin bu temel soruna yaklaşımı, kendi alternatif gerçeklerini=yalanlarını yaratmaya çalışması oldu. Gerçekleri açıkça ve medenice konuşma, daha dürüst temellerde devlet yönetme, üniversiteleri de dürüstlüğün ve kalitenin hizmetinde görme arzuları var mıydı? Kanaatimce bidayette vardı. Fakat şartları elverişli görmediler. Ya da cesaret edemediler. Sonuç olarak onlar da akademisyenleri memurlaştırma yolunu tutturdular. Üstelik, önceki dönemlerdeki gibi “üst düzey memur” yapmayı da beceremediler; “alt düzey memur” yapmayı tercih ettiler. Ve, evet, bugün akademisyenlik, oy getirisi daha fazla olan vasıfsız kamu işçiliği kadar bile hükümet nezdinde muteber sayılmayan, saygı gösteriliyormuş gibi yapılan, gerçekte tolere edilen bir meslek grubu. Bol bol üniversite açmak, üniversitelere kişiliğini yere sermeye hazır görünen (aynı zamanda da kurnaz) “Anadolu insanlarını” doldurmak, böylece elitist muhaliflere karşı sayısal denge oluşturmak bugün iktidarın üniversiteler politikasının özünü oluşturmakta.
Bu politikada mazeret payının olduğunu, eski profilin son derece yobaz, despotik ve arızalı olduğunu belirttik. Fakat bu politikada -eski profilden bağımsız olarak- ciddi bir vizyonsuzluk ve gaflet de söz konusu: Üniversiteleri bürokratikleştirdikçe, akademisyenleri memurlaştırdıkça ülkenin geleceğini aydınlatamazsınız, daha da karanlık hale getirirsiniz.
Bir ülkenin sadece sorgusuz sualsiz itaat edecek askere ve polise, siyasi amaçlara hizmet edecek hakim ve savcılara ihtiyacı yoktur. Hakikate, bilime ve eleştiriye, ama ideolojik saplantıdan doğmayan, hür bilimsel mizaca dayalı eleştiriye, geliştirici eleştiriler bağlamında ortaya çıkacak anlayışlara ihtiyacı çok daha fazladır. Akademisyenleri bu ufka yönlendirebilirseniz, onlar sahiden bilim insanı olabilirse, siz de iktidar olarak onları bilim insanı sıfatıyla taşıyabilirseniz, eleştiriden beslenecek bir kültür ve medeniyet düzeyine ulaşabilirseniz en yüksek maaşın akademisyenlere verilmesi gerektiğini takdir edersiniz. Zira diğer bütün meslek erbabını akademisyenler yetiştiriyor. Üniversiteleri de ülkenin en hayati kurumları olarak görürsünüz. Çünkü diğer bütün kurumların çapını, vizyonunu, geleceğini tayin eden kişiler; kariyerlerini ve anlayışlarını üniversitede aldıkları iyi ya da kötü formasyon üzerine bina ediyor.
Gandhi “Hakikat iyi bir amaca zarar vermez” der. Eğer amacınız iyiyse hakikatle barışık yaşarsınız. Akademisyenlere “Bize hakikatleri söyleyin” dersiniz. Hakikatleri duymak için üniversiteleri, akademisyenleri kendiniz teşvik edersiniz. Eğer bu ülkeyi ihya etmek, yükseltmek amacında samimiyseniz…
Hakikatleri taşımada samimi ya da yetkin değilseniz o zaman da üniversiteleri kah yük olarak kah ele geçirilecek mevziler olarak görürsünüz. Akademisyenleri de donanımları ve derinlikleri önemsiz, yerlerine yenisi kolaylıkla konulabilecek silahsız askerler olarak görürsünüz.
Bu satırlardan sonra akla şöyle bir soru gelecektir: Bir akademisyen nasıl olunca donanımlı, yetişmiş sayılır? Batı’nın tek yönlü muzır bilim ideolojisine entegre olmuş, bol atıflı bir akademisyen yetişmiş sayılabilir mi mesela? Hayır maalesef. Bu ayrı, uzun ve zor bir konu. Ayrı bir yazıyı hak eder. Bana sorarsanız hükümetin, YÖK’ün ve üniversitelerin bir numaralı gündemi bu soru olmalı. Bir bilim felsefemiz yok. Bilgi felsefemiz yok. Akademik camiayı birbiriyle kaynaştıracak düşünme ve iletişim kurma ilkelerimiz yok. Bunlar çok derin, çok büyük eksiklikler. Bunların üzerinde kafa yormalıyız.
Akademik zam bağlamına dönmek istiyorum ama o da aynı soruyla ilişkili. Şöyle:
Normalde akademisyen maaşları “tam ücret” olarak düşünülürse az. Ama “baz ücret” olarak düşünülürse fena değil. Yani performansa dayalı olarak gelir bunun çok üzerine çıkabilir olsa maaşlar fena değil. Fakat performans ölçütü olarak YÖK neyi geliştirirse geliştirsin hemen açgözlü kurnaz akademisyenler onu sabote edecektir. Bu da bir realite. YÖK’ün performans kriterlerinin kolaylıkla sabote edilmesinin sebebi aynı: Ülkemizde bilim nedir, ne içindir, bilim insanının odağı ve vizyonu ne olmalıdır gibi soruların cevapsız olması. Her şey gibi bilim de -mış gibi, şekli ve özsüz olduğu için getirilen kriterleri şeklen sağlama yolları kolaylıkla bulunuyor. Esaslı üretimler pek yapılamıyor; yapılsa bile bunları takdir edecek insanlar çok değil veya etkili değil. Dolayısıyla performans bazlı çözümler de meşum bilim felsefesizliğimiz içinde etkisiz kalmaya mahkum oluyor.
Akademisyen maaşlarında düzenleme yapılırken gözetilmesi gereken hususlara dair bazı somut önerilerde bulunmak isterdim. Fakat, ondan önce şunu netleştirmek gerek:
Akademisyenler memur mudur, değil midir?
Akademisyenleri memur olarak göreceksek maaşlar iyi.
Görmeyeceksek, maaşları konuşmadan önce akademisyenlik nedir, ne içindir, yüksek bir akademik bilinç ve ortak bir akademik kültür meydana getirebilir miyiz, bunları konuşmamız lazım.