Bir önceki yazımda 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nda “akademisyen” kelimesinin bir kez bile geçmediğini belirtmiştim. “Akademisyen” bizim kendi kendimize bahşettiğimiz bir paye. Türkiye’de devlet nezdinde, üniversite sisteminin kurgusunda akademisyen yok. Öğretim elemanı var.
TDK sözlüğüne baktığınızda bu ikisi aynı şey. Peki hakikatte öyle mi? Hayır.
Akademisyen kelimesi Yunanca “akademia” kökünden geliyor. “Akademia” antik Yunanda bir koruluğun, o korulukta Platon’un kurduğu okulun adı.
Bir kurumun akademik olabilmesi için Platonik bir yönünün olması gerekiyor. Platon’un felsefesine katılmak şart mı? Platon’un öğrencisi Aristo bile pek çok konuda hocasından ayrı düşmüş. Ayrı düşerek Aristo olmuş. Fakat Platon’un benimsediği birtakım pedagojik ilkeler var ki onların akademik ortam için zorunlu ve evrensel olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bu ilkelerin başında “diyalektik” geliyor. Yani karşıtlık. Akademik bir platformun özelliği karşıt fikirlerin varlığıdır. Tek anlatının egemen olduğu hiçbir ortam, hiçbir kurum, hiçbir etkileşim akademik değildir.
İyi bir akademisyen de dayatmadan uzak durabilen ve maksimum karşıtlığı taşıyabilen kişidir.
Yükseköğretim Kanunu’nun yükseköğretimin amacını hüküm altına alan 4. maddesini incelediğinizde Türk üniversitelerinde akademik mayanın olmadığını derhal görebilirsiniz. Burada belirtilen amaçlar kötü olduğu için değil. Tek anlatıya dayandığı için. O amaçlar yerine başka amaçlar koyup dayattığınızda tablo değişmeyecektir. Çünkü “akademi” tek bir anlatının, öğretinin dayatılmasına uygun olmayan bir ortamdır.
Bu bakımdan Kanun’da akademisyen değil de öğretim elemanı tabirinin kullanılması gayet yerindedir. Hatta kanunun “yükseköğretim” adıyla adlandırılması da yerindedir. Çünkü Türkiye’de üniversitelerde yapılan şey, liseye (ortaöğretime) nispetle yüksek öğretim faaliyetidir. Üniversitelerin asıl işinin araştırma olduğu, bilim olduğu, ülkeye ve dünyaya yön verme olduğu anlaşılmamıştır.
Yanlış anlaşılmasın, öğretim elemanları bunu yapmak istiyor da engelleniyor değil. Öğretim elemanlarının çoğu akademisyenliğin ne olduğunu, ne için olduğunu bilmiyor. Elde ettiği unvanlarla kendisini olmuş zannediyor. Esasında olduğu şey de “akademisyen” değil, “öğretim elemanı”. Malumat tahsil eden, malumat öğreten eleman.
Bugün Türkiye’de üniversiteler temelde iki şey yapıyor:
- Liseden hallice öğretim faaliyeti. Milli Eğitim sistemindeki gibi üstten, ezberleten, sorgulatmayan, ürettirmeyen, olgunlaştırmayan pedagojiyle. Bu problemin kaynağı, devletin insan, insanların da otorite tasavvuru. Uzun bir konu. Girmeyeceğim.
- Akademik nosyon göstergesi olmayan diplomalar ve unvanlar bahşetmek. İnsanın insan olarak değerinin az olduğu toplumlarda statü başat kaygı haline gelir. Üniversitelerin bahşettiği statülerin yağmalanmaya açık fırsatlara dönüşmesi ve kıymetten düşmesi bu nedenledir.
2011 yılında Türkiye’ye döndüğümde kendime üniversite arıyordum. Ülkemizin eski ve meşhur hukuk fakültelerinden birinin dekan yardımcısıyla görüştüm. Tuhaf bir dürüstlüğü vardı. Bana aynen şunları ifade etti: “Sen bizim adımızın fakülte olduğuna bakma. Biz bir yüksek liseyiz. Senin umduğun yer değiliz”. “Peki” dedim “Benim alanımda hocaya ihtiyacınız yok mu? Nasıl bu kadar kolay kapıyı kapatıyorsunuz?” “İhtiyaç var” dedi. “Ama biz burada çanta taşımamış birini alamayız. Tepki olur”.
Ve bunun gibi nice beyanlar… En azından dürüst olduğu için kendisine teşekkür edip ayrılmıştım. Kendisiyle dostluğumuz devam ediyor. Çünkü pek çok lümpenlik gördüğüm Türk üniversitelerinde bu hocamızın dürüstlüğünü kaybetmemesi bile büyük meziyet.
Üniversite ne demek? Önce bunu cevaplayalım.
Üniversite, mensuplarının üniversal ilgiye sahip olduğu site demektir. Her şeye karşı merakın tabii görüldüğü ve teşvik edildiği, varlıkların birbirleriyle ilişkisinin araştırıldığı, araştırma yolunda mevcut bütün bilgilerin ve kabullerin sorgulamaya açık tutulduğu ortam…
Biraz kaotik bir ortam yani. Bir ortamın hem düşünsel anlamda kaotik hem de verimli olması zordur. Bunu sağlayacak olan şey, yüksek medeni kültürdür. Üniversiteler yüksek kültür ortamı olmak durumundadır. Yüksek kültür ortamı olamayan üniversiteler, bağnazlığa teslim olurlar. Bazısı gelenek görünümlü bağnazlığa, bazısı da çağdaşlık görünümlü bağnazlığa…
Kültür, kestirmesi olmayan bir zirvedir. Belli söylemlere ve işaretlere yapışarak kültürlü olmak mümkün olmadığı için üniversiteler ya organik olarak yüksek kültür ortamıdır ya da toplumdaki vasat kültürün kamuflajlar ardında yaşatıldığı sahtekarlık ortamlarıdır.
“Verimli kaos” dedik. Bir akademisyen derslerini lineer anlatıyla değil, verimli kaos zevkiyle dizayn etmelidir. Öğrenciler farklı kanaatlere sahip olacak ama ortak bir rasyonalite ve sağlıklı bir iletişim zemini de kurabilecekler. Bunun Platon’un pedagojisindeki karşılığı “sağlıklı şüphe”. Her şeyden şüphe edilir ama bu şüphecilik nihilizme, anarşizme, yıkıma götürecek mahiyette değildir. Mevcuttan daha iyiye götürecek mahiyettedir. Şüphenin doğaldan öte zorunlu görülmediği, şüphenin anlayışı olgunlaştırmadığı, verimi artırmadığı ortamlar akademik ortamlar değildir.
Platon’un insanlık düşüncesine yaptığı büyük bir iyilik/kötülük vardır: Hakikati ikiye bölmesi. Hakikatin birinci boyutu, idealar alemi, “manevi hakikatler” alemi diyelim. İkincisi ise duyusal, algısal, olgusal alem. “Maddi gerçeklikler” alemi diyelim. Platon’a göre bunlardan ilki ideal, kusursuzdur. İkincisi ise sürekli değişim halindedir, geçicidir, kusurludur.
Platon’un bu ayrımı insanlığa büyük bir iyiliktir. Çünkü “vahiy” olgusunun anlaşılması, ilk aleme dair farkındalığa bağlıdır. Vahiy anlaşılmadıkça insanın bilgiyle ilişkisinin eksik olması, cahil kalması kaçınılmazdır.
Platon’un ayrımı aynı zamanda büyük bir kötülük etkisi yapmıştır. Batılı bilim, bahsettiğimiz Platonik ayrımda ikinci alem referanslı olarak geliştiğinden ötürü maneviyatsız, ruhsuz, eksik ve zararlı bir çizgide ilerlemiştir ve ilerlemektedir. Bu çizginin ilk büyük temsilcisi olan Aristo, Avrupa’da Orta Çağ karanlığının da günümüz pozitivizminin de müsebbipleri arasındadır. “Aristo’nun görüşleri yanlış” demiyorum. “Bilgiyle kurduğu ilişki yanlış” diyorum.
Platon “Hakikat iki cephelidir” demiş. Aristo hakikatin iki cephesinden kusurlu cephesine ilgi duymuş sadece, onu işlemiş. Böylece kurucu etki yapmış. Aristo’nun okulunun adının “lykeion” (lise) olduğunu hatırlatalım. Amaç, maddi malumat. Platon’un akademisinde alt derecede görülen varlık boyutu, Aristo’nun lisesinde tek gaye. Bu nedenle hakikatin eksik ve çarpık anlaşılması söz konusu. Elbette tamamen yanlış değil. Aksine, kısıtlı bir gerçeklikler aleminde işlevsel bilgiler tahsil ediliyor.
Bu bağlamda, “iyi akademisyen” sözünden murat, “modern Batılı anlamda akademisyen” kesinlikle olamaz. Modern Batılı akademisyenin bilgiyle ilişkisi bozuktur. Batılı akademik dünya, son derece sorunlu bir bilgi ideolojisi zemininde üretkendir, etkilidir. Dünyanın bu epistemoloji karşısında sürükleniyor olması, onun doğru ve değerli olduğunu göstermez. İnsanların doğasının ve güncel durumunun ne olduğuna dair fikirler verir.
Şimdi burada tuhaf bir şey söyleyeceğim: “Türkiye’de bilim yok” diyoruz. Bunun sorumlusu kısmen dayatmacı devlet, kısmen güç odaklı toplum, itaat kültürü vs. yani kısmen biziz. Fakat Türkiye’de Batılı anlamda bilim olmaması Türkiye’yi bir yönüyle de koruyan bir şey. Çünkü alacalı bir cehalet içinde kalırken Batı’daki gibi bilgiyle bozuk ilişki kurmayı sistematize etmekten, kemikleştirmekten de korunmuş oluyoruz.
Batılı bilim çizgisinde bilginin işlevselliği hakikate (hakka) uygunluğundan daha önemlidir. Bilginin işlevsel olması için maddi gerçeklere dayanması esas alınır. Bu yönüyle Batı’da bizdekinden kat kat üstün bir gerçekçilik ve akılcılık vardır. Öte yandan, işlevselliği artırmadığı düşünülen manevi boyutlar araştırma, bilim, bilgi ve eylem dışı kalır. Bu zihniyet doğrultusunda; 1) Nükleer fizik çalışılır, 2) Atom bombasıyla yüz binlerce insan öldürülür. 1) Genetik çalışılır, 2) İnsanlık doğal ve sağlıklı gıdadan mahrum bırakılır. 1) İktisat çalışılır, 2) Bütün dünya karşılıksız rezerv para ve faiz kıskacına alınır.
Dolayısıyla bizim “Türkiye’de akademisyen var mı?” sorumuz, Batı güzellemesi aynasında yapılan bir sorgulama değildir. Zira bizim sorgulama perspektifimize göre Batı’da da Platonik/ideal anlamda akademisyen yoktur. En fazla “Pozitivist rasyonalist metodolojiyi kavramış uzmanlar vardır” denebilir. Bu uzmanlar kendi ontolojileri açısından işlevsel bilgiler üretiyorlar. Ürettikleriyle dünyayı sürüklüyorlar. Fakat bu türden tek yönlü bir uzmanlığın bilginin birliği ve bütünlüğü (üniversal oluşu) açısından, insanlığın geleceği açısından ciddi sakıncaları bulunmaktadır.
Tekrar etmek gerekirse, Türkiye’de Batılı akademisyen profilinin egemen olmamasının dezavantajları kadar avantajları da vardır. Türkiye’de hakiki anlamda üniversite yoktur. Peki Batılı anlamda üniversite olması iyi bir şey olur muydu? Bu soruya hiç rezerv koymadan “Evet” diye cevap vermek de hatadır.
Sorun, Türkiye’de ve benzer kavşak ülkelerde yaşayan bizlerin bilgiyle nasıl ilişki kurulacağına dair esaslı bir merakımızın ve -Batı’daki gibi kusurlu da olsa- herhangi bir organik çözümümüzün olmamasıdır. Bu o kadar zor bir konu ki… Devasa bir medeniyet krizine işaret ediyor.
Medeniyet krizini aşma yetkinliğimiz olmadığı için en iyilerimiz Batılı üniversite elemanı profilinin başarılı taklitleri, diğerleri ise zavallı taklitleri olarak meslek icra ediyor, kendi kendimize akademisyen payesini biçiyoruz.
Hayır, biz tek yönlü bilgileri ve anlayışları öğrenim ve öğretim elemanıyız. Batı’dakilerse tek boyutlu bir epistemolojik evrende bilgi, metot, anlayış ve kuram üretim elemanı ilaveten. Onlar da ideal anlamda akademisyen değiller.
merhabalar hocam,
Size bir kitaptaki bir kesitten bahsetmek isterim, Jacques Ranciere’ nin “Cahil Hoca” adlı kitabı. Bu kitabın ilk bölümünde yazarımız zihinsel özgürlükten bahseder. Ana karakterimiz bir öğretmendir. Öğretmen sürgün olarak geldiği bir köyde yerel halkın dilini bilmemektedir. Öğrencilerine okumayı ve yazmayı öğretmesi gerekiyor ancak ne çocuklar öğretmeni anlayabiliyor ne de öğretmen çocukları. sonra öğretmenimizin aklına harika bir fikir geliyor. Fenelon’ un “Telemak” kitabının 2 dilde yazılmış versiyonunu alır, hem yerel dil hem de öğretmek istediği dil, ve öğrencilerine verir. çocuklar iki kitabı karşılaştırarak öğretmen yardımıyla öğrenebileceklerinden çok daha kısa bir sürede o dilde okumayı öğrenirler. Ardından öğretmen çocuklardan kitabı bir de kendi kelimeleriyle özetlemelerini ister. Yazıları inceleyen öğretmen çocukların iki kitabı karşılaştırarak herhangi bir ögeyi cümlenin neresinde kullanması gerektiğini layıkıyla öğrendiğini fark eder.
Yazarımız bu hikayeden yola çıkarak özgür bir akıl yürütmeyle doğru bilgiye ulaşılabildiğini, hocaların bir bilgiyi öğrenciye vermesiyle aslında öğrencilerin zihnini sınırlandırdığını söyler. Pek de haksız sayılmaz aslında. Şu an bize hukuk fakültelerinde şu kanun söyle yorumları , böyle bir olayla bu kanuna gidilir ancak bu konuya farklı yaklaşan akademisyenler de var vs gibi bir eğitim veriliyor. Mesela ceza hukukunda birçok farklı suç türüne aynı tip ceza veriliyor, öğretirken de cinayet, işkence vs suçları müebbet hapis diyorlar, Ancak kimse ” sizce hangi suçlara nasıl ceza verilmeli, farklı suçlara aynı cezanın verilmesi doğru mu ? diye sormuyor, sorgulamıyor(hukuk adaletin peşinde olmadığı için ‘doğru’ kelimesini kullandım). Melese tek yanlı bilginin verilip verilmemesi değil asıl mesele akıl yürütmeyi beceremememiz veya özgür bir akıl yürütme yapamıyor olmamız olamaz mı? Bana soracak olursanız akademi dediğimiz ortam deyinde benim zihnime fikirlerin havada uçuştuğu bir ortam tasavvuru geliyor. Akademisyenlerin bir şey öğretmesine gerek yoktur zaten o güne kadar ulaşılmış olan bilgiler kitaplarda mevcuttur, tüm karşı fikirlerle beraber. Öğrenci kendi araştırmasını yapar bütün teorileri öğrenmiştir ve sırada o teorilerle çok daha fazla cebelleşmiş ve üzerine çok daha fazla düşünmüş olan akademisyenle tartışmak kalmıştır.
Yazınız için teşekkür ediyorum, okumak çok keyifliydi.