Tevazuyla İşimiz Yok


Bu sözü arif bir zattan duymuştum.

“Falan kibirli, filan mütevazı” diye çok duyarız insanlar hakkında. Bir kamuoyu mahkemesi vardır sanki, insanların kibirli olup olmadığına karar veren. Bu mahkemeyi sezdiğimiz için de çoğumuz bu konuya kafayı takar, mütevazı olmaya çalışırız. Halbuki mütevazı olmaya çalışmak da kibirdir. İşte bu arif zat “Tevazuyla işimiz yok” derken aslında “Kibirle de işimiz yok” demiş oluyordu, zarafetle.

Hakikati bilenin bunların ikisiyle de işi olmaz. Hakikat, hepimizin topraktan geldiğimiz ve toprağa döneceğimizdir. Bu arada herkes kostümünü giyiyor, rolünü oynuyor. Çöpçüler Kralı filminde başrol çöpçüydü. Belki de bu hayat filminin adı Görünmez Kral’dır ve başrol, kimsenin görmediği biridir. Belki de görünenler hep asıl filmin figüranlarıdır.

Eskiler bu hikmetleri sezer, maddiyata daha az önem verirlerdi. Şimdi maddiyata önem vermek de mütevazı görünme baskısı da arttı. Güya hem zengin, güçlü, başarılı hem de mütevazı… Yani? Kamuoyu mahkemesinde oyunu kuralına göre oynuyor.

Bence biz bu oyunu biraz abartıyoruz ve hatta kendimize zararlı hale getiriyoruz. Mütevazı olmak ya da görünmek baskısı, insanın gelişimini baltalayabilen bir şey. Batı’da insanlar standart olarak mesafeli (Doğu’ya göre kibirli) oldukları için kibirli olup olmadıkları çok fazla sorgulanmıyor. Adam zaten uzak mesafede duruyor; kibirliyse bana ne, mütevazıysa bana ne? Önemli olan ortaya ne koyduğu. Herkes birbirini rahat bırakınca insanların kendi gelişimlerine odaklanması zorunlu ve mümkün oluyor. Doğu’da ise mesafenin kendisi kibir olarak algılanıyor. Belki de kısmen haklı bir yargı bu. Belki değil…

Doğu’da kibir ve tevazua ilişkin sosyal yargılama eğilimlerinin iç sese dönüşmesi sonucunda insanların doğal akış ve gelişimi bozuluyor. Ve burada aslında Allah’ın hakkını da çiğnemiş oluyoruz.

Allah her bir insanı bir özelliğin zirvesine namzet yaratmıştır. Buna eskiler ism-i azam derlerdi. İki tane ism-i azam var. Biri Allah’ın en büyük ismi anlamında. Diğeri ise her bir ferdin kendi ism-i azamı. Yani bende hangi ilahi ismin tecellisi en güçlü, onu arayıp bulmak, ortaya çıkarmak. Sonra da “İşte Allah beni böyle yarattı!” deyip kendinde Allah’ı övmek gerekir.

Tevazu takıntısı içinde olanlar bu yolu yürüyemezler. Kendilerini basit, güya alçakgönüllü gösterirken aslında Allah’a saygısızlık ettiklerini bilmezler.

Mütevazı olmakla uğraşanların iç dünyalarında kibir bataklıkları, gurur yanardağları olabilir. Fırsatını bulsa belki patlayacak… Onun için tevazuu bir kenara bırakmayı bilmek gerekir.

Bunun en güzel örneği, en güzel örnek olan Peygamber Efendimizde değil mi? “Ben; nebi, ümmi, sadık ve zekiyim. Yazıklar olsun beni yalanlayana, benden yüz çevirene ve benimle vuruşuna!”, “Ben kıyamet gününde içinizde ecri en büyük olanınızım” gibi nice hadisler var. Efendimiz aynaya bakar, “Beni güzel yaratan Allah’a şükürler olsun” der, kendini severmiş.

Peygamber olgunluğunda olmasa da Sufilerde de bazı haller ve sözler vardır ki buna benzer. Tevazua uygun değil gibi gelir. Hatta bu sözleri duyanlar “Bu insan kafayı yemiş” der. Misal:

“Eğer ceddim Muhammed’in şefaati olmasaydı tükürüğümle cehennemi söndürürdüm” Abdülkadir Geylani

“Kendimi tesbih ederim” Bayezid-i Bestami

“Ben bakiyem, ben kadimem” Eşrefoğlu Rumi

“Ne der isem hükmüm yürür, elimde ferman tutarım” Yunus Emre

“Yer ü göğü düzen benim, geri dönüp bozan benim” Nesimi

“Bahr içinde katreyim, bahr oldu hayran bana” Niyazi Mısri

Aşkla söylenmiş bu sözler hep Allah övgüsüdür. Anlamak gerek.

Rahmetli Sabri Tandoğan amca anlatmıştı. Bir hamal varmış, eski genelkurmay başkanlarından birinin evini taşırken çok dar bir yerden büyükçe bir mobilyayı tek başına geçirmiş. Sonra da “Bunu ancak ben yapabilirdim” demiş. Bu sözde kibir değil tevazu vardır. Çünkü bir işi çok iyi, en iyi yapabilecek kadar terbiyeye müsait olmak, tevazudur. Sonrasında kendindeki meziyeti zikretmek tahdis-i nimet sayılır. Terbiyeye müsait olmayıp nakıs kalmak, sonra da “Aman efendim, biz kimiz ki…” havalarında takılmak, gizli kibirdir.

Bu yolda rol de rehavet de olmamalı. Hakk’tan Hukuka başlıklı bir yazım var. Bir ilhamla oturup yazdım, sonra da “Herhalde bunu böyle anlatacak başka biri yoktur” diye düşündüm. Derginin sorumlusu bile şaşırmış, “Affınıza sığınarak söylemekten kendimi alıkoyamayacağım, ‘Twitter’da okuduğumuz hocanın metni mi?!’ cümlesi gayrı ihtiyari dilimden döküldü” diye bana mail göndermişti. Pek zaman geçmeden bir başka hocamızın aynı kavram etrafındaki yazısını gördüm. Yaklaşım ve kavrayışımız o kadar benziyordu ki bir anlığına kendimden şüphelendim, “Kendi yazımı ben ondan mı aşırdım acaba?” dedim.

Tevazu, her kıymetin Allah’ın olduğunu bilmek, bilir gibi yapmamak, gerçekten bilmek, aynı zamanda o kıymeti bir takı gibi taşıyabilmektir. Herhangi bir varlığı, kıymeti kendine atfeden, onu adil taşıyamaz. Buna da kibir denir.

Kimsenin kalbi hakkında hüküm vermek bize düşmez. Kimsenin kibir ve tevazuuyla da işimiz olmamalı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir