Devlet Bahçeli’nin DEM Parti milletvekilleriyle 1 Ekim yeni yasama yılı açılışında tokalaşmasıyla başlayan, Öcalan’ı mecliste konuşma yapmaya davet etmesiyle devam eden süreç, belediyelere kayyım atanmasıyla devam etti. Garabet silsilesi gibi görünen bu süreci anlamlandırmak epey zor. Ama mümkün.
Tokalaşmada garabet yoktu. DEM, legal olarak mecliste bulunan bir parti. Temsilcilerine düşmanca davranmak çelişki olur.
Öcalan daveti ise skandal oldu. On binlerce insanın ölümünden sorumlu, ayrılıkçı bir terör örgütünün liderini meşrulaştırabilecek bu büyük adımın milliyetçi partinin liderinden gelmesi herkesi şaşırttı.
Sonrasında Yüksek Seçim Kurulu tarafından seçime ehil görülmüş ve halk tarafından seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması ise önceki barış adımıyla birlikte düşünüldüğünde tam bir çelişki anlamına geldiğinden yine herkesi şaşırttı.
İki soru zihinlerimizi doldurdu:
1) Ne yapmaya çalışılıyor?
2) Yapan kim?
Yapan, Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan mı? Yoksa daha derin bir devlet organizasyonu mu söz konusu?
Daha derin bir organizasyon olduğu muhakkak. Fakat bu organizasyonun Sayın Erdoğan’a yarayan yönleri olabilir. Nitekim kendisi de “Terörü bitirerek 40 yıllık siyasi hayatımızı taçlandırmak niyetindeyiz” dedi.
Peki devletin yapmaya çalıştığı ne?
Daha önce çözüm sürecinde yapılan hatadan ders alınıyor: Çözüm süreci, PKK’nın bölgedeki gücünü artırıp, şehirleri işgale kalkışmasıyla sabote olmuştu.
Bu sefer devlet resen bir süreç yürütüyor. Belli bir muhatap yok, dolayısıyla aldanmayacak. Lakin muhatapsızlığın ciddi zorlukları da olacaktır. İlk zorluk, ne olup bittiğinin kimse tarafından anlaşılmaması.
Sürecin iki ayağı var:
1) Devletin kendini muhasebe etmesi, özeleştirilerinin sonuçlarını taahhüt şeklinde kamuoyuyla paylaşması. Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın açıklamaları bunu ifade ediyor: “Kürt meselesinde devlet olarak hala tam doğru noktada değiliz ama olmaya çalışacağız”. Sivil, insani, aynı zaman da milli güvenlik ve beka endişeli, hem realist hem idealist bir yol çizilmiş oluyor.
2) Devletin “Biz politikalarımızı, hatta anayasal ideolojimizi revize ederken hala elinde silah olan olursa canına okuruz” tehdidi ve uygulamaları.
Sürecin iki ayağını bu şekilde okuduğumuzda olup bitenler garabet gibi görünmüyor, izah edilebilir hale geliyor.
İkinci ayaktan başlayalım: Devletin istediği ne? Devlet, silahla yakından uzaktan alakası kalmamış bir Kürt kimliği istiyor. Kürtlerin partileri, söylemleri, çabaları, kampanyaları, kültürel varlıkları sonuna kadar tanınacak. Kürtler sivil siyasette tamamen rahat ve serbest olacaklar.
Bu vizyon, laik devletin -eline silah alamadıkça- din tandanslı partilerle barışık olmasına benzetilebilir. Eskiden laiklik böyle algılanmıyor, dine her referans rejime tehdit olarak kodlanıyordu. Laiklik zaman içinde anlam ve uygulama değişikliklerine uğradı, İslam’la problemsiz hale getirildi. Aynısı Türklük için de hedefleniyor. Türklük duracak fakat anlam genişlemesine uğrayacak. Kürt varlığı ve görünürlüğü, Türklüğe aykırı algılanmayacak. Amaç bu.
Bu girişimin kaynağı kısmen insaf kısmen de reel politik. Demografinin hızla değiştiği Türkiye’de Kürtlerin tahdit edilerek yönetilmesi artık sürdürülebilir değil. Kürtlerin mikro boyutta entegrasyonu için gönüllü bütünleşme kanallarının açılması gerekiyor. Devlet bunu yapmaya çalışıyor. Kürtlerin devletle problemlerinin olmadığı 1920’ler ayarlarına dönülmesi, hatta ondan da öte bir kaynaşma hedefleniyor. Devlet katında derin bir yüzleşme ve resetlenme iradesi olduğu görülüyor.
Birinci ayağa dönelim: Devlet, kendini muhasebe edişinde ne kadar başarılı?
Özellikle demokratik açılım süreciyle birlikte Kürtler daha önce elde edemedikleri pek çok hakka kavuştular. Bu kazanımları “devletin ihsanı” olarak görmek hata olur. Zaten hakları olan şeyleri almaya başladılar. Bu hakları tanıma cesaretini, ciddi riskler alarak, Tayyip Erdoğan ve AK Parti gösterdi. Takdir etmek lazım.
Şimdi devlet bir başka boyutta açılım getirmek niyetinde fakat bunun on yıllardır dillendirdiği söylemlerle çelişmesi riskiyle de karşı karşıya. Devlet, artık demode olduğuna kanaat getirdiği ırk referanslı Türkçü ideolojisiyle yaratageldiği kitlelerin reaksiyonunu göğüslemek zorunda. Devlet, yeni bir Türklük ideolojisiyle yeni bir halk yaratabilecek(!) mi? Türkçüler buna izin verecek mi, Kürtçüler güvenecek mi? Soru bu.
Bir yandan “Türklüğe dokunulmayacak” deniyor, devletin ayarlarına sahip çıkılıyor. Diğer yandan “Türklüğün dengi olarak Kürtlük” söylemi geliştirilip, alt kimlik paradigmasının bile ötesine geçiliyor. Hal böyle olunca ne İsa’ya ne Musa’ya yaranma riski ortaya çıkıyor. Daha fenası ise bu bocalamada tehlikeli toplumsal olayların yaşanması ihtimali beliriyor.
Mevzuat planında Kürtlerin yeterli kazanımları elde ettiği iddia ediliyor. Bu doğru bile olsa Kürtlerin devlet ve bürokrasi nezdinde, hatta Kürt olmayan halk nezdinde eşdeğer göründüklerini, yeterli tanınma ve saygınlığa ulaştıklarını söylemek zor. Kürtler hala kendilerine tanınmış alanlarda var olabiliyor, Kürt kimlikleriyle çekinmeden zahir olamıyor. Kürtler ya masum zuhurlarına bile elverişli görmedikleri Türk devletini benimseyemez durumda kalıyor ya kendilerini inkara yöneliyor ya da devlete muhalif uçlara savruluyor. Bu sağlıksız reaksiyonların birikmesiyle birlikte Türkiye’nin istikbali ciddi risk altına giriyor.
Şunun anlaşılması lazım: Yeni bir açılım, Kürtler kadar devletin de ihtiyacı. Ortak ihtiyaç. Devlet bu farkındalıkla hareket ettiği için samimi. Zaten samimi olmasa Devlet Bahçeli gibi bir insan Öcalan’ı meclise davet edemezdi. Bu kadar büyük ve riskli bir adım, saf stratejik olarak atılamaz. Kürtler içinde de devlet ideolojisinde samimi bir esneme olursa kaynaşma konusunda samimi ve istekli bir damar var.
Peki sorun nereden çıkabilir: Öncelikle Kürtler nezdindeki şu algının kırılması lazım: “Kürtler olarak her ne kazanım elde ettiysek PKK eline silah aldığı için elde ettik”. PKK’ya uzak Kürtler arasında bile bu kanaate sıklıkla rastlanıyor. PKK muhatap alınmadığında, hatta eylem yapmadığında bile varoluşuyla bir aktör olmuş oluyor. Bu algının yıkılması lazım. Bu algının yıkılması için de devletin Kürtlere ihsan edici rolde olmadığı, eşit insanlık zeminine kurulu, yeni bir politik atmosferin oluşturulması lazım. Bu atmosfer oluşmadıkça Kürtlere ne verilirse verilsin tatmin olmayacaklar. Bir kısmı tatmin olsa, uyum sağlasa bile silah bırakmayan, can sıkmaya devam eden bir kitle kalacak. Bu, şiddet ve güvensizlik eksenindeki fasit döngülerin devamı anlamına gelir.
Özetle, devletin ideolojik karakterinde büyük ve samimi bir dönüşümün ayak sesleri duyuluyor. Sürecin doğru algılanması, tüm paydaşlar tarafından iyi niyetle desteklenmesi ve gerçek bir toplumsal kaynaşmaya vücut vermesi ise hem çok zor hem de olağanüstü değerli bir hedef olarak görünüyor.