Jean-Paul Sartre’nin meşhur “Cehennem başkalarıdır” (L’enfer, c’est les autres) sözü, “Başka insanlar kötüdür, hepsinin canı cehenneme, önemli olan kişinin kendisidir” anlamına gelmiyor.
“İnsanın kendisine başkalarının gözünden bakması cehennemdir” anlamına geliyor. Ona göre tutsaklık cehennemdir. Kendine daima sosyal, harici gözle bakmak da en korkunç tutsaklık…
Herkes kendisinin özne/süje, başkalarının da nesne/obje olduğu bir algı aleminde yaşar. Bu böyledir. Bunu aşmak mümkündür, hatta zorunludur ama bir o kadar da zordur. Zor olduğu için herkesin birbirini objeleştirdiği bir dünyadayız. “Objeleştirmeyeceğim” çabası içinde olanlar da var elbette. Onların yakınlığına, dostluğuna muhtacız. Cehennemden kurtulmak için…
Kimimiz cehennemde olduğumuzun bilincinde…
Kimimiz cehennemde cennet ummakta… Obje kalarak mutlu olmak derdinde… Sevilmek, alkışlanmak, takdir edilmek derdinde… Milyonlarca insan sizi takdir ediyorsa, milyonlarca göz sizi objeleştiriyor demektir. Bu da cehennemdir, Sartre’a göre. Zira o gözlerin hepsinin nazarında bir objesiniz. Belki kutlu bir obje ama obje…
Obje ne demek? Araçsal olan, işlevine göre değer verilen şey… Maddi ya da duygusal işlev… Hepsi bu… Obje olmak da içkin değerden yoksun olmak, daimi vefaya layık görülmemek demek…
Size bu kötülüğü yapan takdirkar gözler karşısında tek savunmanız, sizin de onları objeleştirmeniz olacaktır. Sizi objeleştiren bir dünyanın mensuplarına yürekten değer vermeniz sizi mahveder. Her temasta darbe alır, aşınırsınız. Çözüm olarak siz de onları, herkes birbirini objeleştirince ortaya çıkan dünyaya cehennem diyor Sartre.
Üstelik verdiğim örnek, en iyi senaryo! Milyonlarca takdir edeniniz var. Bir de milyonlarca nefret nazarını çektiğinizi düşünün! Ya da milyonları boş verelim. Kendi küçük, yirmi otuz kişilik çevrenizden üstünüze çektiğiniz bakışlar dahi sizin küçük cehenneminiz olacaktır. O bakışlar söze dönüşmese bile… O bakışlar çok uzaktan ve zayıf olsa bile… Hatta o bakışlar iyi olsa bile…
İyi bakışlar da insanı kendisine hapseder. Nihayetinde, obje objedir. Tuvalet fırçası da objedir, su bardağı da… “Bunlar aynı değil, herkes su bardağı olmak ister” diyebilirsiniz. Belki, evet… Tuvalet fırçası olmaktansa… Peki ya su bardağı olmak sizi mücevher olmaktan alıkoyuyorsa? Mücevher olmak da daha ötesinden, mesela kendiniz olmaktan? Net olmaktan? Dingin olmaktan? Mutlu olmaktan?
Ateist Sartre’ın insana dair bu kaygısı, Abese Suresi’nin 34-37. ayetlerini hatırlatıyor: “O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. Herkesin derdi kendisine yetmektedir”.
Başkalarının nazarına oynadığımız bu alemden ayrılıp, en yakınlarımızın bile bağını yük olarak göreceğimiz bir aleme gideceğiz. İçinden çıkıp geldiğimiz alemin cehennemliğine uyanacağız, karşımızda cehennemi görünce… Gerçeğimizi belki ilk defa, mutlak ve arsız bir bencillikle kabul edeceğiz. “Evet, hepinizi objeleştirdim ve artık sizinle işim kalmadı” diyeceğiz birbirimize…
38. ayet ise bir çıkış yolu olduğunu söylüyor: “Yüzler vardır, o gün ışıldar”.
Ancak ruhen serbest ve müsterih insanların yüzü ışıldayabilir. Bu da yavaş yavaş, bu dünyada kendinden ve başkalarından özgürleşmekle elde edilebilir. Günümüz zihniyetinde “başkalarından özgürleşmek”, keyfince ve duyarsızca yaşamak çağrışımı yapıyor, farkındayım. Halbuki biz kendinden de özgürleşmekten bahsediyoruz. Çünkü kendimiz de kendimizi objeleştiriyoruz. Belki büyük hülyalar dahilinde, belki bir bohemlik tablosunda, belki de bir gizem perdesinde… İşte Sartre’ın atladığı nokta bu: İnsana kendisi de cehennemdir.
“İslam” bende çok basit bir çağrışım yapıyor: Yalnız Allah’a teslim olmakla gelen selamet. İnsana ne başkası parazit olabiliyor ne de kendisi, nefsi…
Batı, bireyi toplumdan özgürleştirdi, kendisine esir etti. İnsanlar kendi kalıbından çıkamıyor. Herkes kendisini tüketiyor.
“Nefsinizi yenin, uslu ve uyumlu olun” diyen Doğu da insanı çevreye, topluma esir ediyor.
İslam, tam bir özgürlük vaat ediyor. Fakat Doğu toplumlarının elinde İslam’ın özgürlük enerjisi azaltıldı. Şuna buna itaatin Allah’a itaatle özdeşleştirildiği toplumlar bunlar… İnsanı boğarlar.
Başkalaşan ve ruhumuza yük olan, tuhaflıklarla dolu Müslüman toplumlar içinde hakiki özgürlüğün teorisini ve pratiğini geliştirenler, tadını çıkaranlar Melamiler olmuştur.
Melamet, çevrenin kınayacağı işleri bile isteye yapmak değildir. Kişinin kendisini kötületerek toplumdan özgürleşmesi değildir. Böyle bir davranış başkalarına haksızlıktır, zulümdür.
Melami, kınanma kaygısını aşmış insandır. Beğenilip beğenilmemeyi, kınanıp kınanmamayı dert etmez. Ve sırf bu dert etmeyişi sebebiyle kınanır. Melamet bulur.
İsterdim ki Sartre Melamileri tanısın. Toplumun ve egonun cehenneminden kurtulmuş o insanların vakur ve eşsiz özgürlüğü karşısında her şeyi yeniden düşünüp, sil baştan yazsın.