Osman Kavala ile Mektuplaşma – 4


12.02.2024

Sayın Kaya,

Gazze’de süregiden katliam ve Batı hükümetlerinin hayırhah tutum izlemeleri, özellikle Almanya’da demokrasiyi savunan kurumların İsrail saldırganlığını meşrulaştırmaları, her vicdanlı insan gibi beni de derinden yaralıyor, sizin infialinizi çok iyi anlıyorum.

Avrupa’daki antisemitizmin evrimi ve niteliği ile bizim coğrafyamızda, Müslüman toplumlarda, Yahudi karşıtlığı arasında önemli farklar olduğunu düşünüyorum. Bence Ortadoğu’da Yahudi karşıtlığının temel kaynağı ve dinamiği siyasi, İsrail devletinin kurulması ve İsrail’le savaşlarla ilişkili.

Siyonist hareket bir ulus devlet kurma projesi olarak ortaya çıktı. 19.yüzyılda canlanan antisemitizm ortamında, pogromların olduğu Doğu Avrupa bölgesinde yaşayan Yahudilerin önünde iki ‘kurtuluş’ alternatifi vardı: Sosyalist harekete katılmak ya da ulus devlete sahip olmak.

Bartnett Rubin Siyonizm’i, etno-nasyonalizm ve devrimci ideallerle bütünleşmiş dini ve mesianik geleneğin seküler biçimi olarak tarif ediyor. Daha iyi bir toplum ve gelecek yaratma iddiasında olan, dini referansları kullanan modern bir ideoloji. Rubin, popüler Siyonizm’in antisemitizme tepki olduğu kadar, Yahudilere yönelik ayrımcılık ve saldırılar karşısında pasif kalınmasına da bir tepki olduğunu yazmış. Yahudilere kendine güven hissi vermeyi, kaderlerini tayin etme yönünde onları harekete geçirmeyi amaçlıyor. Eşit birey haline gelmelerinin, toplumlar arasında azınlık olarak kalarak değil, kendi ulus devletlerini kurarak gerçekleşebileceğini iddia ediyor.

Siyasi Siyonizm’in liderleri ulus devlet kurmak için Arjantin ve Uganda opsiyonlarını da değerlendirmişler. Ancak güçlü tarihi ve dini referanslardan dolayı ve Osmanlı’nın çekilmesi, yönetimin İngiltere’ye geçmesinin yarattığı fırsat nedeniyle Filistin seçiliyor. Bu noktada Siyonizm kolonyel nitelik kazanıyor ve Avrupa sömürgeciliğinde olduğu gibi, Filistinliler şiddet kullanarak topraklarından kovulacak, ya da üzerlerinde hakimiyet kurulacak bir topluluk olarak görülüyor, böyle davranılıyor.

İki bin yıl önce, orasının Yahudilerin ‘anavatanı’ olduğu bir gerçek. Tevrat’ta bu bölgenin Abraham’dan başlayarak Musa’ya ve diğer peygamberlere, soylarının yaşamaları için vaat edildiğine dair temel anlatı iki bin yıl öncenin gerçekliğini canlı tutma, günümüze taşıma için kullanılıyor. Hafta, bildiğiniz gibi, Tanrı’nın bu bölgede yaşayan diğer uluslara soykırım yapılması gerektiği talimatı verdiği de yazılı. İsrailli köktendinci Yahudilerin Filistinliler üzerinde gaddarca ve imha edici davranışının ‘dini’ nedeninin, kendilerini o bölgenin gerçek sahipleri olarak hissetmeleri, Filistinlileri Tanrı’nın rızasıyla imha ettiklerine inanmaları olduğunu düşünüyorum. Eski Ahit’te Tanrı’nın Asur, Babil ve Roma devletlerinin işgallerinden dolayı dağılmış Yahudileri Kudüs’te bir araya getireceği müjdesi de veriliyor. Yahudi dininde coğrafi lokasyonlar adeta dinin kurucu ögeleri haline gelmiş.

Siyasi nedenler ve amaçlarla, dini öğelerin kullanıldığı ideolojilerin yaratıldığını, dinlerin ideolojiler haline dönüştürüldüğünü ve bu ideolojilerin de insanları belirli yönde harekete geçirmek, manipüle etmek için kullanıldığını düşünüyorum. Yani, her ne kadar Eski Ahit’te sözünü ettiğim bölümlerin soykırımcı davranışa gerekçe olma nitelikleri varsa da, ancak belli bir siyasi konjonktürde, belli siyasi ve sosyal örgütlenmeler ve kurumların varlığında, bunlar ideolojinin unsurları haline geliyor. İnsanları harekete geçiriyor. Filistin’e ilk yerleşen ve kibbutzlarda yaşayanların önemli bir kesimi saldırgan bir ideolojiyi benimsememiş insanlar. Daha sonra sayıları artan ve 1930’lardaki Alman Nazi militanlar gibi, devletleri tarafından korunan, teşvik edilen, “yerleşimciler” çok daha farklı profilde insanlar. Bunlar kendilerini din ya da vatan uğruna savaşanlar olarak görüyorlar. Bunların önemli kısmı Ortadoğu ülkelerinden göç eden ve Araplara karşı kin besleyen insanlar.

Mektubunuzu aldığımda Robert lan Moore’un Avrupa’da 925-1250 tarihleri arasındaki dönemi inceleyen The Formation of a Persecuting Society kitabını okuyordum. Kitabın yazarının değerlendirmesi şöyle: Her ne kadar Yahudilere karşı ayrımcı uygulamalar olduysa da (Roma hakimiyeti sırasında 66’da çıkan isyan bastırılırken Süleyman Tapınağı yıkılıyor, 132’de çıkan daha büyük isyanın sonucu Kudüs’te yaşamaları yasaklanıyor), Bizans döneminde güvenliklerini sağlayan belirgin bir statüleri var.

Moore, 1100 yıllarına kadar Avrupa’da ayrı cemaatler halinde bulunsalar da Yahudilerin genel olarak Hıristiyan ahaliyle büyük sorunlar yaşamadıklarını, saraylarda finans, ticaret konularında danışmanlık, doktorluk gibi kamu görevlerini ifa ettiklerini belirtiyor.

Moore 11. yüzyıldan başlayarak 13. yüzyıl sonunda tamamlanan bir dönüşümün gerçekleştiğini, hem seküler idarenin hem Papalık otoritesinin merkezileştiğini anlatıyor. Bu süreçte Kilise’nin ahali üzerinde daha fazla otorite kurmasına, din görevlileri arasında yozlaşmalara karşı çıkan hareketler sapkınlık, Kiliseyi yıkmak amaçlı bir komplonun parçası olarak damgalanıyor. Moore aynı dönemde Yahudilerin de şeytanla birlikte benzer bir komplo içinde olduklarına dair teorilerin neşet bulduğunu söylüyor. İsa peygamberin Yahudilerin girişimiyle çarmıha gerildiği inancı oldukça köklü, ama Yahudilerin ve sapkın akımların şeytanla iş birliği içinde gizli planlar uygulandıklarına dair söylemler yeni bir ideolojinin ürünleri. Aynı dönemde Yahudilerin Hıristiyan çocukları kaçırdıkları ve öldürüp küllerini ayinlerde kullandıkları türünden rivayetler de dolaşma sokuluyor.

Moore, hem sapkınlar hem Yahudilerle ilgili bu komplo teorilerinin Avrupa’da kilisede ve seküler yapılarda yeni kurulan muhalefeti bastırma işlevini gördüğü tespitini yapmış. Bunun da en önemli aracı, ‘trial by ordeal’ olarak tanımlanan ahalinin mahkûmiyet kararlarında aktif rol oynadığı halk mahkemeleri yerine Kilise’nin ve devletin yönetimindeki yeni mahkemelerin kurumsallaşmaları. Yeni kurulan düzende, sürekliliği olan yargı organlarıyla topluluklar denetim altında tutuluyor. Sapkınlık, ihanet gibi dine, otoriteye karşı soyut suçlar tanımlanıyor, mahkemeler kendilerini gizleyen sapkınları bulmak ve cezalandırmak görevlerini üstleniyor. Cezalandırma için somut bir mağduriyet olması gerekli değil. Moore ‘persecution’ kelimesinin içerdiği çifte anlamın bu işlevden kaynaklandığı görüşünde. Bir taraftan soyut suç kavramı ve yargı kurumları gelişiyor, diğer taraftan da otoriteye karşı çıkanları cezalandırıcı bir sistem kuruluyor, meşruiyet kazanıyor.

Son olarak şunu da söylemek isterim: Anladığım kadarıyla Eski Ahit’te (sizin kullandığınız “Tanah” daha doğru bir ad, ancak bunu bilen pek olmadığı için EA diyorum) seçilmişlik ahitle ilişkili, İsrail halkı ahit yapmak üzere Tanrı tarafından seçiliyor. Ahit iki tarafın oluşturduğu bir antlaşma değil, İsrail halkını ve bu topluluğa mensup bireylerin Tanrı’nın vazettiği şartlara, ilkelere uymaya yükümlü hale gelmeleri. Yani seçilmişlik aslında ağır yükümlülükler getiren bir seçilmişlik. Buna karşılık, Tanrı kendisinin koyduğu yasaya uygun davranmaları, adaletten ve doğruluktan sapmamaları şartıyla onlara güvenli biçimde yaşayacakları bir bölge gösteriyor. Ahit’in sağladığı tek ayrıcalık böyle bir vatana sahip olmaları. Ancak bu teritoryal işaretlemenin ve buralarda daha önce yaşayanların katledilmesi emrinin Musa’nın yaşamış olduğu çağdan çok daha sonra, krallıklar döneminde kaleme alınmış olduğunu düşünmek herhalde yanlış olmaz.

Teritoryal meseleyi hariç tutacak olursak, önceki çok tanrılı inanç sistemlerinden, hükümdarların Tanrı ile tebaaları arasında aracı oldukları düşüncesinden bir kopuş olan, bireyin hem tüm benliği ile Tanrı’ya bağlanmasını, teslim olmasını ve aynı inancı paylaşan bireylere karşı sorumluluk hissetmesini içeren ahit anlayışının, ümmet bilincinin yaratılmasında önemli bir aşamaya tekabül ettiğini düşünüyorum. Hatta -bu aslında sizin görüşlerinize de yakın olabilir- Ortadoğu toplumlarında herkesin uyması gereken yasa kavramının, bunun gerisindeki normatif gücün ahit kavramı ve pratiğinden neşet etmiş olduğunu tahmin ediyorum. Bazı düşünürler Hobbes’un toplum sözleşmesi kavramının da Eski Ahit’teki ahitten esinlenmiş olduğu görüşünü öne sürüyorlar.

Yahudilerin dünyayı yönetmek için teşebbüs içinde oldukları bana Yahudilerin şeytanla anlaşıp Hıristiyanlığı yıkma planı yapmalarıyla ilgili komplo teorilerinin modern versiyonları gibi geliyor. Bildiğim kadarıyla bunlar İslam coğrafyasında revaçta değildi. Malum, Yahudilerle birlikte yaratılmış bir Kordoba-Endülüs uygarlığı var. Ancak, İsrail’in kuruluşundan sonra komplo teorileri bizim coğrafyada da yayılmaya başladı. Kenan Malik’in de alıntı yaptığım kitabında değindiği gibi, Avrupa’da sömürgecilik sürecinde icat edilen ırk teorileri ve yaygınlaşan ırk kavramından önce Yahudilerin kurnaz, sinsi, kötülük düşünen insanlar olarak damgalanmaları, bu kalıplar, bir tür proto-ırçılık olarak görülebilir onların özsel olarak kötü nitelikler taşıdıklarına dair bir inanış evrilmiş. Yahudilerin eylemleri, edimlerinin, davranışlarından bağımsız olarak onların özsel olarak kötü nitelikler taşıdıklarına dair bir inanış evrilmiş. Ancak Yahudilerin bunda şöyle bir dolaylı katkıları olmuş olabilir. İsrail dini, mutlak adaleti temsil edin tek tanrı inancını vazettiği, ümmet bilinci yarattığı için farklı bölgelerde yaşayan farklı etnik kökenleri olan halklara da çekici gelmiş. Etiyopya’da Hindistan’da, Orta Avrupa’da, Kafkasya’da bu dini benimseyenler olmuş. Moore’un kaynak gösterdiği The Origins of France kitabında Edward James 9.yy. öncesi Fransa’nın Gal bölgesinde Yahudi dinine geçişler olduğunu yazıyormuş. Ancak bütün bu geçişlere rağmen, Yahudilik, dinin yanı sıra, onunla iç içe, bir ırk, etnik kimlik haline gelmiş. Bunun ırk kavramının ve antisemitizmin gelişmesine katkı sağladığı sanırım söylenebilir.

İsrail saldırganlığının devamı bütün Yahudilerin aleyhine, barışın sağlanması ise tersine bütün Yahudilerin güvenliğine katkı sağlayacak. Yazımda da belirttiğim gibi, Asur ve Babil işgallerinden sonra yazılmış olan Yeşaya kitabının mesajı da bence bu, barış ve güvenliğin ancak adaletle sağlanabileceği.

Benim mektubum da sizinki gibi, gündemle ve sizin son mektubunuzla ilgili oldu. Kusura bakmayın fazla uzadı. Fazla uzun olmasının bir nedeni İsrail saldırganlığının din-ideoloji-siyasi amaçlar ilişkileri konusunda çarpıcı bir örnek teşkil etmesi. Moore’un kitabında anlattıklarını aktarmamın nedeni bunların sizin hukuk ideolojisi ile ilgili eleştirilerinizle ilişkilenebileceklerini düşünmem oldu.

Samimi selamlarımla,

Osman Kavala


Not: Geçen Cuma, sağ olsun, Mustafa Yeneroğlu ziyaretime geldi. Fıkıhtan Hukuka kitabınızdan ve Hürriyet Fıkhı ile ilgili yazdıklarınızdan söz ettim. İsterseniz kendisine kitabınızı yollayın, ilgiyle okuyacağını tahmin ediyorum.



——————————————————————————————————————-


8.7.2024

Sayın Osman Kavala,

Mektubunuza çok geç cevap verebiliyorum. Sebeplerini maalesef izah edemiyorum. Hoşgörünüze sığınıyorum.

Mektubunuzun yoğun muhtevasının da erteletici etkisi oldu. Layıkıyla okuyup hazmetmeyi istedim. Kıymetli görüşleriniz ve aktarımlarınız için teşekkür ederim.

Yahudilerin seçilmişliği konusunda anlaştığımızı sanıyorum. Seçilmişliğin mahiyeti ise kolay çözümlenebilir bir konu değil. Bence insanlığın hikayesinin bir ırk özelinde barizleştirilmesi söz konusu. Zira insan da bir tür seçilmiş varlık ve iyi-kötü her potansiyele açık.

Müslüman toplumlarda Yahudi düşmanlığı yoktu. Bunun modern siyasi menşeini izah ettiniz. Lakin Kuran’da ve hadislerde bir Yahudi farkındalığı sunuluyor. Belki de o farkındalığın canlanacağı bağlam yoktu tarih boyunca. Siyonizm bu bağlamı oluşturdu. Adeta Yahudilerle birlikte Müslümanlarda da uyuyan hücreleri uyandırdı. Enteresan, iki bin yol boyunca Yahudilere karşı teyakkuzda olan Hristiyanları ise pasifize etmeyi, hatta kendi amaçlarına kanalize etmeyi başarmıştır.

İki bin yıl önce Filistin bölgesinin Yahudilerin anavatanı olduğu görüşünüze katılamıyorum. İki sebepten ötürü. Birincisi, bizzat İbrani/Hebrew kelimesi Yakup’un ve ailesinin Ürdün nehrini “geçmesi” üzerine aldıkları bir lakaptır. Yani Yakup/İsrail oğullarının bir vatanı varsa nehrin Akdeniz tarafında değil, diğer tarafında olabilir ki İbrahim’in ve İshak’ın hayat hikayeleri ışığında o tarafta da Yakup oğullarının sabit bir vatanlarının olmadığı görülür.

İkinci ve asıl sebep ise ben hiçbir ulusun hiçbir toprak parçasının maliki olduğuna inanmıyorum. Halklar arz üzerinde maliklik iddiasında bulunamazlar, en fazla zilyetlik iddiasında bulunabilirler. Mülk Allah’ındır. Arz da Allah’ındır. Enbiya Suresinde “Andolsun ki Zikir’den sonra Zebur’da da ‘Yeryüzüne muhakkak benim salih kullarım varis olacaktır’ diye yazmıştık” ayeti (105) vardır. Meallerde Zikir kelimesi Tevrat olarak çevrilir.

Şu halde herhangi bir toprak parçasını kim adil yönetiyorsa o hak sahibidir. Adil yönetimin ölçütü de o arz parçası üzerinde yaşayanların güven ve rızasını kazanmaktır. İsrail’in bunu yapmadığı, tam tersini yaptığı, hatta yaşayanları imha etmeye çalıştığı apaçık meydanda. Bu haksızlığın kökeninde İsraillilerin o toprak parçasının maliki oldukları iddiası var. Mülkiyet iddiasının dinsel ve etnik kimliğin bir gereği olarak görülmesi var. Sonuç olarak İsrail sırf bu nedenle o topraklarda hak sahibi değildir.

Toprakla kurulan bu güçlü aşk ilişkisinin Müslüman ayağını da sorguluyorum. Mesela Peygamber’in Mekke’yi terk ettiği rahatlıkta orada yaşayan Müslümanlar Gazze’yi terk etmiyorlar, hatta bunu tahayyül etmeyi bile küfür sayarlar. Peygamber Kabe’yi bıraktı, zamanı gelince geri aldı. Gazzeli Müslümanlar orayı terk etmiyorlar, şehit oluyorlar. Bu İslam’ın gereği mi yoksa modernist bir tesir mi var, inanın emin olamıyorum. Modern, seküler, devletçi ideolojilerin vatanı cennetin yerine ikame ettikleri yönündeki kanaatimi paylaşayım. Malum, bu ahiretsiz ideolojilerde yeni bir cennete ihtiyaç vardı. Eski halklarda bu denli bir toprak kutsaması yoktu. Eğer olsaydı atalarımız Orta Asya’yı bırakıp dünyaya yayılabilir miydi? Bugün bizim Türkçülerimizin kutsadığı bazı mekanları acaba öz Türk atalarımız kutsadılar mı? Sanmıyorum. Umursadıklarından bile emin değilim.

İsrail’in katliamları karşısında imkanları varken ve aslında türlü alternatifler Batılı devletler tarafından kendilerine sunulabilecekken Filistin’i terk etmeyen halkın insanüstü bir feragat sergilediğini elbette kabul ediyorum. İnsanlık o zulümlere dur diyemezken, Müslüman liderler ve ülkeler gerekeni yapamazken o bir avuç halktan bu denli kahramanlık beklemek herhalde Müslümanlığın gereği değil. Son mektubumda söylediğim gibi dünya genelinde sekülerizmde ciddi bir Yahudi katkısı var ve sekülerizm dönüp yine Yahudileri vuruyor. Bilhassa Müslüman coğrafyada tarihi ve toplumsal değerlerin seküler zihniyetle benimsenişi, dini zihniyetle benimsenişine ilaveten yeni bir katman oluşturmuş oluyor Yahudilere karşı. Yüz sene önce Yahudilerin o coğrafyaya yerleşebilmesinde bölge halkının henüz seküler olmamasının etkisi büyüktür. Müslümanlıkla iç içe bir kalenderlik ve kadercilikle, iyimserlikle kapılarını Yahudilere açtılar. O güne kıyasla bugün zihnen sekülerize olmuş görünen Filistinliler çok daha çetin ve, enteresandır, İslami referansları da daha net bir hale geldiler.

Burada tabii Yahudilerin homojen algılanması hatası olabilir. Güncel çeşitliliği bir kenara bırakarak, Kuran’da Yahudi toplumu tasvirinde “sürükleyenler” ve “sürüklenenler” ayrımı var. Mesela Tevbe 31’de hahamların rab edinilmesinden bahsediliyor ki Rabbi kelimesi bunu ortaya koyuyor. Ben bugün dünya Yahudi toplumunu büyük oranda seküler hahamlar diyebileceğimiz Siyonist ideologların yönlendirdiğini, ki buna dini hahamlar da dahil, kitlelerin asıl kabahatinin sürüklenmek olduğunu düşünüyorum. Yahudi nüfusun tepede bir siyasi, ideolojik vb. liderler katmanı ile altta komün halinde itaate alışmış kitlelerden oluştuğunu iddia etsek bu sizce isabetli olur mu? Bu bağlamda Yahudilerin dünya üzerinde dağınık olmak varken tek bir bölgede toplanmalarının mutlak felaketlerine yol açacağını iddia edenler var. Yahudileri Filistin’e sürüklemek ve onların da sürüklenmesi acaba nasıl bir sonuç doğuracak?

7 Ekim sonrasının Türkiye’de dindar camiada bir kırılmaya yol açtığından emin olabilirsiniz. Kadercilik hala en güçlü trend olsa da dipten kaynayan alternatif arayışları var. Bu dip arayışlar mevcut iktidara siyasi muhalefet formatında değil. Genel bir “Yanlışın içindeyiz” kanaati oluştu insanlarda. Doğrusu ne, bilen yok. Yanlış tam olarak nerede, bunu bilen de yok. Çünkü sistem, kendisinin doğrulandığı şartları oluşturuyor. Dünya sistemi de böyle işliyor. Ama böyle gitmeyeceği de görülüyor.

Bu bağlamda sizin kanaatlerinizi okumanın yararlı olacağını düşünüyorum.

Sağlık ve huzur başta, iyi dileklerimi gönderiyorum.

Emir KAYA

Not:

1) Ahit konusuna parmak bastığınız için teşekkür ederim. Ahit ve ilişkili kavramlar üzerine bir süredir çalışıyorum. İleride yayınlamayı umuyorum.

2) Mustafa Yeneroğlu beyle tanışmayı umuyorum. Kitabımı kendisine hediye edeceğim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir