Neden Cinsellik Üzerine Yazıyorum?


Yetişkinliğe adımlarımızı atarken karşılaştığımız “cinsellik” olgusunu ele alış tarzımız, hayatın tamamını nasıl yaşadığımızın da temelini oluşturmaktadır. Esasen çoğu zaman cinselliği ele alış tarzımız, bize ait bir seçim değildir. Çevremizin kişiliğimize vurduğu mühürdür. Yıllar geçtikçe o mührü içimizde evirip çevirir, bir yerlere koyarız. Bireysel kültürümüzü şekillendiririz. Bireylerin var ettiği toplumsal atmosfer de cinsellik odağında şekillenmiş kültür öbekleri tarafından meydana getirilir.

Dar anlamda cinsellik, cinslerin bedensel birleşimini ifade eder. Geniş anlamda cinsellik ise cinsler arasındaki bütün etkileşimleri ifade eder. Masum sevgilerden yoğun şehvetlere, hatta sapkın diyebileceğimiz davranışlara kadar…

Cinsellik insanın toptan ret ya da toptan kabul edebileceği bir olgu değildir. Cinselliğin her biçimini güzel görmek, açıkça yaşamak mümkün olmadığı gibi mutlak anlamda baskılamak, örtmek de mümkün değildir. Cinsellik, yorumlanması ve yaşanılması kaçınılmaz olan bir dürtüdür. Cinselliği nasıl yorumlayıp yaşadığımız en temel kişilik özelliğimize dönüşür. O en temel kişilik özelliğiyle, hayatın geri kalanını da yaşarız. Diğer bir ifadeyle, cinsellik cinsellikten ibaret değildir. Cinsellik, kültürün her bakımdan şekillendiği bir alan olarak derinlemesine analiz edilmesi gereken bir konudur.

Bürokrasi kültürünü ele alalım. Anayasa Mahkemesinde çalıştığım dönemde açık sözlülüğüyle tanınan bir raportör arkadaşım şöyle demişti: “Türkiye’de kurumlar, ensest ilişkilerin yaşandığı köyler gibidir. Herkes çarpıklığı bilir ama susar. Konuşulmasını da istemez”.

Bu arkadaşımızın kurumlar kültürünü cinsel tabuyla açıklaması manidardı. Sapmışlık, duyarsızlık, korumacılık, arızalı mahremiyet.. hep bu bir-iki cümleye sığmış oluyordu. Eğer arkadaşımın tespiti doğruysa memlekete dair başka hiçbir sorun aramamıza gerek yoktu. Çünkü kök sorunu bulmuştuk: Gerçekliğin -bilinse bile- göz ardı edilmesinin norm olması, normal olması.

“Peki bu kök sebebin tohumu nerede atıldı?” dersek cevap yine aynı: Cinsel duyguların karşılanmasında. Ergenlik dönemimizi hatırlayalım: Çevremizdeki yetişkinler cinsel arzumuzu bir gerçeklik olarak serinkanlılıkla karşıladılar mı? Yoksa görmezden gelip, kendi yetersiz çözümlerimize mi havale ettiler?  Bizi uçlara, pervasız cinselliğe ya da lüzumsuz utanca mı ittiler? Anne-babalarımız, öğretmenlerimiz bize kendimizi, duygularımızı anlama ve yönetme konusunda ne verdiler? Ne veremediler? Bizi nasıl insanlar yaptılar?

Modern kültürümüzde cinsel gerçekliğin konuşulmasının zorlaşması, bütün gerçeklerin konuşulmasını zorlaştırdığı için en temel problem olarak karşımızda duruyor. Gerçekleri kamusal planda gözden kaçırıp, kuytuda yaşa(t)mak; gerçekliğin çarpıklaşmasına yol açıyor. Gerçekler, çarpıklaştıkça konuşulmaz, konuşulmadıkça da çarpık hale geliyor. Dahası, gerçeklerin konuşulmamasının güçlü dayanakları geliştiriliyor. Nihayet, çarpıklığın kompleks vaziyeti, hiçbir ıslah edici etkiyi kabul etmez hale geliyor.  

Gerçeklerin masaya yatırılmasına meyletmeyen bir toplumda neyi, ne kadar konuşabiliriz? Nasıl konuşabiliriz? Nereye varabiliriz? Kendimiz insan olarak ne kadar gerçek kalabiliriz? Sahteleşmez miyiz?

Bugün gerçekleri konuşmamızın önünde binlerce engel var. Haklı-haksız… Haklı engele örnek: “Kötülükleri konuşursak yaygınlaşır”. Haklılık payı var çünkü o kötülüğü yapmayanların da kanına girmiş olursunuz. Mesela “Uyuşturucu şu kadar yaygın” derseniz uyuşturucu daha da normalleşebilir.

Haksız engele örnek: “Kurumlar zarar görmesin”. Neden haksız? Çünkü kurum zaten içeriden çürümüş olmasa o isnat edilen yanlışlıklar yaşanmaz. İmajı sahiplendikçe yozlaşmayı da sahiplenmiş olursunuz.

Peki biz neden gerçeğe tam ve gönülden saygı gösteren, gerçeği ölçüt alan bir toplum değiliz? İşte bu sorunun cevabı cinsel kültürde saklı.

Aslında bu Türkiye’ye has bir tespit de değil. Bütün dünyada toplumların cinsel kültürü ile hakikatle ilişki biçimi arasında çok sıkı irtibat var. Yaşam kültürü, iletişim kültürü, iş kültürü vs. de hep bu irtibat noktasına bağlı. Herhangi bir sosyal etkileşimde muhataplarınıza karşı ne kadar dürüst olabiliyorsunuz? Ne kadar içi dışı bir olabiliyorsunuz? Gerçekleri hangi ölçüde konuşabiliyor, kaldırabiliyorsunuz? Bunlar hep cinselliğe yaklaşımla ilişkili…

Gerçeğe yaklaşımımız ve gerçeklik sınırlarımız cinsellik alanında belirginleşiyor. Derin kişilik özelliklerimiz, cinsel katmanda teşekkül ediyor. Oradan da hayatın farklı alanlarına uzanıyor; filtrelenerek, görünüm değiştirerek, bazen de ters, tepkisel biçimlerde… Cinsellik konusundaki kabullerimiz, hayatta ortaya koyduklarımızı da şekillendirmiş oluyor. Siyasette, ekonomide, medyada, eğitimde, toplumsal ilişkilerde gördüğümüz hep aynı şey: Cinselliğe yaklaşımda etkili olan kodlar, hayatı yaşayışımızda da aynen belirleyici oluyor.

Sahiden böyle mi? Evetse neden, nasıl?

Ariflerden biri şöyle demiş: “Cinsel birleşme hem bedensel hem ruhani bir hadisedir. Bedensel zevklerin üstünüdür, ruhani telezzüzün de giriş kapısıdır”. Şu halde (yaşanan/yaşanmayan) cinsellik insanı bedenselliğe/maddiyata da gömebilir, insana ruh/maneviyat kapısını da aralayabilir. Cinsellik güdüsü, farklı rotalar izleyerek, duygu yelpazemizin tamamına tesir edebilir.

Cinselliğin ruh-beden kavşağında vuku bulması, onu nefsin ana meselesi haline getirmiştir. Daha önceki bir yazımızda nefsi şöyle tarif etmiştik: Ruh ile bedenin temasından doğan “benlik” hissi… Benliğe ait süfli ve ulvi bütün arzular… Nefs, ruh ve bedenin kavuşmasından doğuyor. Cinsellik, insanın doğumunun kaynağında, dünyevi varlığının merkezinde yer alıyor. Bu sebepledir ki cinsellik, nefsin karakterini doğrudan yaşadığı bir saha oluyor. Başkaları önünde sergilenmese bile kişinin kendisine malum olan biçimde… Belki kişinin kendisinden bile saklamak istediği biçimde…

İnsan her şeye nefsiyle dahil olur. Terbiye edilmiş veya edilmemiş nefsiyle, ama nefsiyle… Bir bakıma cinsel mizacıyla… Bu anlamda cinsellik, kadın-erkek etkileşiminin de ötesinde, nefsin kıvamını ölçmeye yarayan bir enstrümandır.

Karşı cinse duyulan sevgi ve şehvet, nefsin görünen yüzüne aittir. Nefisler zıddıyla sakinleşmeye muhtaç yaratılmıştır. Sakinleşme sadece fiziksel birleşme ile olmaz. Her tür etkileşimde sakinleştirici unsurlar olabilir. Ve biz aslında karşı cinste -ve hatta hayatın tamamında- tatmin ve teskin edici bir şeyler ararız. Cinsel arayışımız ile hayattaki arayışımız uyumludur. Nefsimizin kıvamına göredir; maddidir, manevidir ama birbiriyle uyumludur.

Kadın-Erkek ilişkilerinde şu iki hedeften birinin yakalanması lazımdır: 1) Dürüst sevgi ilişkisi, 2) Dürüst çıkar ilişkisi. Bunların ikisi de meşrudur. Problemli ilişki, sevgi görünümlü çıkarcılıktır.

Söz konusu nefs olduğunda insanın dürüst, bilge ve adil olabilmesi çok zordur. Bütün bozulan ilişkiler, insanların bir noktada birbirlerinde dürüst ve adil olmayan yönler keşfetmesiyle olur. İçe doğru katman katman kendimizi ve muhatabımızı tanıdıkça sevgideki dürüstlük eksiğini fark eder ve kopuş yaşarız. Eğer fark edecek basiretimiz varsa…

Velhasıl, dürüst sevgi ya da dürüst çıkar ilişkisi kurabilmek için iki dürüst insana ihtiyaç vardır. Muhatabımıza dürüst olabilmek için önce kendimize dürüst olabilmemiz gerekir. Kendimize dürüst olabilmek için de arzularımıza ve sınırlarımıza dair objektif olabilmemiz gerekir. Halbuki bizler, bizi kendimize karşı dürüst olmaya teşvik etmeyen, öncelikle dışa karşı uyumlu olmamızı zorlayan bir kültürde yaşıyoruz. Dış faktörlerin gevşeyip sıkılaşmasına bağlı olarak türlü türlü davranışlara meyledebiliyoruz.

İşte bu sorunlu kültürün içimizde mayalandığı aşama, cinsel güdü merkezinde şekillenen ilk gençlik yıllarıdır. Bu kritik yıllarda cinsel konularda dürüst olmak ayıp sayıldığı için hayatın tamamında dürüstlüğü riskli algılamaya başlıyoruz. Perde önüne bizden istenilen imajı koyup, gerçeğimizi perde arkasında yaşamayı doğallaştırıyoruz. Hemen herkes doğallaştırıyor. Dürüstlük, toplumda çokça dillendirilen, bir o kadar da tehlikeli bir değere dönüşüyor.

Örneğin ben Türkiye’nin hukuk alanındaki sorunlarını çözmek istiyorum. İncelemelerimde derinleştikçe şunu görüyorum: Temel sorun, ne bilgisizlik ne beceriksizlik ne de ideolojik ayrışma. Temel sorun, dürüst olmayışımız. Perdenin önünde ve arkasında farklı oluşumuz.

Neden dürüst değiliz? Çünkü dürüstlük riskli… Bize tayin edilen kısıtlı alanda, bizden istenen miktar ve biçimde dürüst olmamız bizi uyumlu, geçimli, uslu, edepli yapıyor. Bir sahtekarlık şebekesi içindeki sadık tutumumuz bizi makbul kılabiliyor. O türden bir dürüstlük takdir görebiliyor. Lakin tayin edilen çizgileri aşan dürüstlüğümüz, oyunbozanlık ve hadsizlik olarak algılanıyor.

Türkiye’de hangi sektöre, hangi kuruma, hangi mecraya el atarsanız atın temel problem olarak bunu görürsünüz. Memleketin en temel problemi, dürüst olmanın zorluğudur ve bunun kökeni de en başta cinselliğin gerçekçi, serinkanlı, ölçülü ve kınamasız yorumlanıp yaşanmasının aşırı zorlaştırılmış olmasıdır. Bu problem halledilmeksizin toplumsal meselelere dair üretilecek hiçbir çözümün etkili olacağını zannetmiyorum.

Öyleyse çözüm nasıl olmalıdır? Tek tek yargıda dürüstlük, eğitimde dürüstlük, sağlıkta dürüstlük, sporda dürüstlük diye uğraşamayız. Uğraşsak da sonuç alamayız. Çünkü derin cinsellik katmanında örselenmiş kişilik özü aynı kalmıştır, değişmemiştir. Bu durumda bir şeyleri düzeltme çabalarının bağışıklığı artmış yalancılık, daha da profesyonelleşmiş riyakarlık üretmesi şaşırtıcı olmaz. Özümüz dürüst olmaktan korkarken, derinden ve tutarlı dürüst olabilir miyiz? Olamayız. Mümkün değil.

En hassas, en mahrem, özümüzü en çok ilgilendiren, belki de en az dürüst olduğumuz sahanın gerçeklerini serinkanlılıkla konuşmak zorundayız: Cinsellik sahasının… Ruh ile beden arasında gel-gitlerin en canlı yaşadığı, en çetrefilli tezahürlerle dolu cinsellik sahasının…

Neden Cinsellik Üzerine Yazıyorum?” üzerine 1 yorum

  1. Muhteşem bir tesbit olmuş yüreğinize sağlık.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir