İnsanların çoğunun tercih, karar, tutum, karakter, mizaç zannettikleri şeylerin gerçek anlamda tercih, karakter vs. olmadığını, karamsarlık sonucunda şekillendiğini düşünüyorum.
Mesela adam sert… Karamsar olmasa belki olmazdı.
Mesela kadın hırslı… Karamsar olmasa olmazdı.
Mesela kişi ürkek… Karamsar olmasa ürkek olmazdı.
…
Hayatta en belirleyici hislerden biri karamsarlıktır. “İyimser olmak gerek” de demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Karamsar olmamak, iyimser olmak demek değil. Belki işler iyi de gitmez. “İyinin ve kötünün ötesinde bir bakış gerek” diyorum.
Karamsarlık hissinin asıl kaynağı, fani oluştur. Her insan bu hisse zaman zaman düşer. Çünkü fanidir. Çünkü varlığının en derinde kendi yokluğunu kurgular. Nasıl karamsarlığa düşmesin?
Fakat ilginç bir şekilde karamsarlık bu gerçek üzerinden işlemez. Tersinden işler. Yokluk değil, varlıktır insanı karamsar kılan.
“Dünyanın sonu kıyamet. Dünyayı imar etmeye gerek yok” ya da “Yaşamın sonu ölüm. Biriktirmeye, başarmaya gerek yok” diyerek karamsarlığa düşen kimseyi tanımadım.
Bize karamsarlığı yaşatan şey, fanilik değil, devamlılıktır. Bir şeylerin kusurlu haliyle devam edeceği hissi…
Çocuklarda zaman algısı gelişmediği için karamsarlık yoktur. Zaman ve mekan farkındalığıyla birlikte karamsarlık başlar. Çünkü dünya düzelmeyecektir. Düzelse bile ne kadar düzebilir ki? Ya da biz görür müyüz?
Bu hisler insanı karamsar kılıyor.
Belki de dünyayı okumayı bilmiyoruz.
Dünya ne içindir? İmar etmek için mi? İmar etmek için olsa sonu yıkım olmaz.
Hayat ne içindir? Biriktirmek için mi? Öyle olsa sonu ölüm olmaz.
Her başarı, her isim silinir. İnsanı karamsar kılacak bir şey varsa bu olmalıdır. Batılı varoluşçular, nihilistler bu noktayı iyi anlamıştır. Batılı karamsarlık varoluşsaldır. Varlığın anlamını bulamamaktan kaynaklanır. Doğulu karamsarlık yaşamsaldır. Yaşamdan şikayete dayanır. Doğulular nezdinde güya varlığın anlamı bellidir de yaşam kaliteli değildir. Halbuki varlığın anlamını Doğulular da bilmez. Daha doğrusu işlevini…
Nasrettin Hoca “Ayağımın altı dünyanın merkezidir” diyor ya… Doğru bu söz… Benim dünyamın merkezi ve başrolü benim. Benim dünyamda her şey, herkes bana nispetle nesnedir. Ben de kendimden başka herkesin dünyasında nesneyim. Biraz kaba bir tespit gibi oldu ama muradı açıklıyor. Daha da açıklayalım:
Benim dünyayla ilişkim, hükmetme veya şekillendirme üzerine olursa bunda başarılı olamam. Ne kadar başarılı olsam da yine başarısız olurum. Çünkü dünya çok büyük, bense çok küçüğüm. Ayrıca, her eser silinir, silinmese bile bozulur.
Benim dünyayla ilişkim, kendimi dünyayla tepkimeye sokup yine kendimi şekillendirme üzerine olmalı.
İşte hayat bu… İşte varlık bu… Anlam bu, işlev bu…
Tüm varlıklar benim bu gayem karşısında nesnedir. Ben de varlıklar nezdinde nesneyim. Bahsettiğim nesnelik hali, dünyayı elde etme ve şekillendirme özneliğinden çok daha esaslı bir değerdir.
Hiçbir peygamber insanlara üstünlük kursun diye gönderilmemiştir. Kuran’da peygamberlere ait sıfatlara bakın (müjdeci, uyarıcı, rahmet vs). Hepsi adeta insanların arasında Allah’ın bir nesnesi, bir enstrümanı gibidir. Hiçbirinden müstakil bir özne duygusu almazsınız.
Karamsarlığımızın altında özne olmak, sahip olmak, icracı olmak arzumuz yatar. Enstrüman olsak karamsar olmayız. Çünkü enstrümanın gerçekliği çalgıcıya bağlıdır. Sorumluluğu ve ümitleri de…
Enstrüman olma zihnine geçebilirsek tek derdimiz şu olur: Acaba ben iyi bir enstrüman mıyım? Bende bir bozukluk var mı? İçimde tıkanıklık var mı? Akordum düzgün mü?
Bu soruların cevabı da ancak yaşanarak alınır. Daha doğrusu, yaşamla tepkimeye girerek. İyisiyle kötüsüyle, başıma gelen her şey bana beni anlatır. Ben beni öğrendikçe nasıl bir enstrüman olmam gerektiğini anlarım. O kıvamdan beni uzak kılan bozukluklarımı tanırım. Hayatın hiçbir anı benim için boş geçmemiş olur. Her an benim tekamülüme hizmet etmiş olur. Dış dünya gözümde küçülür, ikincilleşir, işlevselleşir. Karamsarlığa lüzum kalmaz. Çünkü dış dünyada yapılacak bir iş kalmaz.
Bunu demekle köşemize çekilelim, hayattan kopalım demiş olmuyorum. Tam tersine, hayatla güreşelim. Fakat bu güreşten bir zafer beklemeyelim. Ölünceye kadar zafer yoktur. Öyleyse bu güreşten murat, kas geliştirmektir. Ruhunun kaslarını geliştirip Allah’ın huzuruna yakışıklı çıkmaktır.
Güya gerçekçilik adına hayatla güreşmekten kaçınan, dünyanın bozukluklarına uyum sağlayan bir insan ruhen hantal ve nihayet değersiz olur.
Mücadeleyi saplantı haline getiren, hırslanan insan da ruhen yıpranır.
Bunların ikisi de karamsarlığa düşmekten kurtulamaz.
Karamsarlıktan kurtulmak için, tekrar edelim, kendimizi hayatla tepkimeye sokmak, fakat bu tepkimeden zahirde hiçbir sonuç ummamak, düzgün tepkimeye girmenin yaşamın tek amacı olduğu anlamak gerekiyor.
Uğraştım, başarısız oldum: Koşullarla tepkimeye girmeye devam ederim.
Veya başarılı oldum: Koşullarla tepkimeye girmeye devam ederim.
Değişen bir şey yoktur. Değişmesi, gelişmesi gereken bir şey vardır: O da ben.
Elbette koşullar da değişmelidir. Fakat koşulların değişimi benim birincil amacım değildir. Koşulların değişimi, benim kendimi değiştirme, tekamül ve inkişaf ettirme yolum olmak bakımından bir amaçtır. Yani tali bir amaçtır. Gerçekte araçtır, benim değişimimin nesnesidir.
Hayatla tepkimenin sonucunda ortaya çıkan problemlerin ne kadarına senin hatan yol açtı? Buna odaklanmak, kendi hatanı gidermek… Senden değil de koşullardan kaynaklı kötülükleri adeta kış mevsimi gelmiş ya da afet olmuş gibi kabullenilmesi zorunlu kabul edip üstünde pek fazla durmamak, enerjini tüketmemek…Olumsuzlukları aklınla gayet ayrıntılı bir şekilde okumak, değerlendirmek… Fakat içine, gönlüne oturtmamak…
İşte bu bakımdan her şey bana nesne… Kendimi öğrenme nesnesi… Ben de herkese nesneyim. Aynayım. Kendini öğrenme aynası… Öğrenmek istiyorsa tabii… İstemiyorsa da başka türlü bir nesne olurum onun gözünde ama yine nesne olurum. Belki de bir kenara atılırım. Bundan da çok fazla gocunmam. Çünkü aksi mümkün değildir. Allah, hepimizi kendi alemimizin merkezi yapmış. Diğer varlıklar da kendi kısıtlı nazarımızda bize uydu olmuş. Bundan kurtulan kaç insan vardır ki…
İnsanı gocunduran cehalettir. Bir insan benimle sevgi pratiği yapsın; ilmini, hikmetini, insanlığını genişletsin isterim. Beni dar benliğine nesne kılarsa orada boğulurum. Hepimiz böyleyiz. Birbirimizi sıkan, karamsar kılan yine biziz.
Kimsenin bize özne muamelesi yapmaması olduğunu zannediyoruz, karamsarlığın sebebini. Halbuki bizi engin bir dünyaya eriştirenin bizi o enginlikte nesne kılmasına bozulmayız. Sezeriz çünkü nihayetinde fani nesneler olduğumuzu… Özneliğimizin taşa, çimene, ineğe, süte kıyasla ve izafi olduğunu…
Öznelik davası… Batı uygarlığı bu temelde yükseldi. Bu doğrudur. Batılı insan, Batılılaşan insan bu yükselişin kovuğunda yalnız ve mahpustur. Karamsardır.
Doğulu insan ise sığ nesneleştirmelerin elinde esirdir. “Madem ki herkes birbirini nesneleştiriyor, en mahir nesneleştiren ben olayım” hırsıyla yozlaşmıştır. O da karamsardır.
Uzun sözün kısası, Batıdan Doğuya insanlığın, kararlarımızın ve tutumlarımızın en etkili şekillendiricisi karamsarlıktır.
Zihin ayarlarımızı resetleyerek her şeyi yeniden öğrenmeliyiz belki de…