İnsanlığı operasyon sahası olarak gören biriyseniz öncelikle fay hatlarını tespit etmelisiniz. Bu fay hatlarında deprem yaratabilirseniz yeni bir küresel düzen oluşturabilirsiniz.
20. yüzyıla damgasını vuran küresel operasyon, komünizmdi. Komünizm zengin-fakir fay hattına oynadı. Emek kutsaldı. En çok emek sarf edenler fakir, onların emeğini sömürenler zengindi. Tüm dünyada sistem böyle kurulmuştu. Bütün dünya devrime muhtaçtı. Orada burada iyi zenginler olsa bile onlar da istismarcı bir sistemin aktörü olmaları sebebiyle kötüydüler. Zenginlik, kötülükle özdeşti, kötüydü. Fakirlik, mağdurluktu, ezilmişlikti. Zengin-fakir ekseninde her şey kötü-iyi eksenindeydi. Zengin-fakir ayrımının yok edildiği bir dünya yaratılmadıkça kötülük devam edecekti.
Peki bu nasıl olacaktı? Devrimle mi, evrimle mi, ikisinin karışımı yani sürekli devrimle mi? Her halükarda devrimle olacaktı. Ve devrim çatışmalı, çileli, terli, kanlı olmak zorundaydı. Dökülen kanlar bazen zenginin bazen de fakirin kanı olacaktı ama sonuçta devrime yarayacaktı. Sömürülen fakirler üçer beşer öldükçe sömürü sistemine dair farkındalık artacak, sömürü sistemi bir gün çökertilebilecekti. Devrimci; fedakarlığa hazır, hatta kötülük yapmaya bile hazır olmalıydı. Kötülük, iyiliğin yoluydu. Farkındalık için, bilinçlenme için zorunluydu. Çatışma, düzenin yoluydu.
Marksistlere göre üretim-tüketim ilişkileri, kısaca ekonomi altyapı, diğer tüm sosyal kurumlarsa bu altyapının yarattığı, şekillendirdiği üstyapılardır. Siyaset, din, sanat, spor, eğitim, hukuk vs. hep ekonomik altyapının uzantısı olarak vardır. Ekonomik altyapı sömürücü olduğu için tüm bu alanlar da sömürü düzenine farklı biçimlerde hizmet etmek üzere örgütlenmişlerdir. Devrim, herhangi bir alanın değil, bütünüyle hayatın yeniden kurgulanmasını gerektirir.
Yepyeni yöntemlerle yepyeni bir hayat ve insanlık yaratılmalıdır. Geleneksel ahlak ve onun kaynağı olan din, kültür ve aile gibi yapılar devrimin hedefinde olmak zorundadır. Bunlar, oluşturdukları bilinç dünyasıyla insanları köleleştirmiş köhne yapılardır. Köhne yapıların en organize şekli ve tutkalı olan devlet, komünist devrimcilerin saldırmak, ele geçirmek ve yeniden yaratmak istediği kilit bir yapıdır. Devlet, kritik bir araçtır ama amaç değildir. Amaç, yeni bir dünya, yeni bir insanlıktır. Tanımları değişmiş, beğenileri değişmiş, farklılıkları silikleşmiş, küresel benzeşme ve kaynaşma haline geçmiş, devletsiz, dinsiz, ırksız, ailesiz, hatta bireysiz, kültürsüz, gri bir insanlık. Faydası ne bunun? Zengin-fakir ekseni ortadan kaldırıldığı için güya artık sömürü yok. Sömürü yok ama hayat da yok. Kanserli dokuyu yok etmek uğruna hastayı öldürmek gibi bir şey.
Tabii ki bu saçmalık tutmadı. Evet, siyaseten tutmadı, battı ama Marksizm insanlığa devasa bir siyasi, ekonomik, sosyolojik literatür bıraktı. Söylemsel ve yöntemsel hafıza bıraktı. İşte bu hafızayı revize eden, daha realist ve pragmatik bir zemine oturtarak işler hale getirenler de feministler oldu. Daha doğrusu feminizm direkt Marksizmin parlattığı bilinç üzerinde yükseldi.
Marks şöyle der: “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır”. Cümleyi feminist jargona çevirelim: “İnsanların cinsiyetini belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal cinsiyetleridir”. Ortak nokta şu: İlkinde insanın özü ve sabit bir tanımı yok, toplumun bizi tanımladığı şekilde insan oluyoruz. İkincide kadının/erkeğin özü ve sabit bir yönü yok, toplumun erkeği/kadını belirlediği şekilde erkek/kadın oluyoruz.
Marksizm’de hayatın merkezinde “mülkiyet” vardır, diğer her şey mülkiyet üzerinden okunur, kritik edilir. Feminizmde insanın tanımının merkezinde “cinsiyet” vardır, bütün konular cinsiyet üzerinden okunur, kritik edilir. Her ikisi de indirgemecidir.
Her ikisi de devrimcidir. Yine Marks şöyle der: “Biz işçilere diyoruz ki: Eğer şartları değiştirmek ve kendinizi yönetmeye hazır hale getirmek istiyorsanız, bunun için on beş, yirmi, elli yıllık iç savaşlara katlanacaksınız”. Evet, iç savaşlara. Aynı toplumun insanları zengin-fakir ekseninde iç savaşlara hazır ve istekli olmalıdır. Şöyle der: “Yeni bir devrim ancak yeni bir krizin sonucu olarak mümkün olacaktır”. Peki kriz yoksa? Ya mevcut durum kriz olarak tanımlanacaktır veya özellikle krizler çıkartılacaktır ki devrim olabilsin. Devrim zorunludur, kriz de zorunludur.
Erkeklerin kadınları öldürmediği bir dünyada feminist devrim mümkün değildir. Kadınlar ölmelidir, ölüm çığlıkları fezayı doldurmalıdır ki devrim olabilsin. Erkek-kadın ekseninde iç savaş olmalıdır. İç savaş çıkartılmalıdır. Tabancalarla, mermilerde değilse bile söylemlerle, eylemlerle, yasalarla…
Hiçbir ülke, kişi, mevki, makam ayırt etmeden söylüyorum: Feminist devrimin piyonu olmuş durumda bütün ülkeler, yöneticiler. Ve bu sırada kendilerini kadın yanlısı, kadın destekçisi, kadın koruyucusu gibi hissetme bönlüğü içindeler. Feminizmi anlamadıkları için matah bir şey yaptıkları zannediyorlar.
Evet, tek bir feminizm yok, feminizm bir yelpaze. Fakat o yelpaze açıldıkça iş nerelere geldi, anlayalım.
– Kadın-erkek farklılıklarının tamamı toplumsaldır. Tüm farklılıkların ortadan kaldırılması.
– Asla ortadan kaldırılamayacak bir faktör olan hamilelik-doğum-anneliğin kıymetten düşürülmesi. Kadınların erkekler gibi kariyerle, parayla, statüyle tanımlanır kılınması. Kadınların ayırt edici meziyetlerinin onlara yük, hatta utanç haline getirilmesi, annelik duygusal setinden uzaklaştırılarak erkekler gibi iktidarcı, yarışçı, kaba duygusal setlere yönlendirilmesi.
– “Kadının da erkeğin de kendilerine has bir özü, fıtratı yoktur; her şey toplumsaldır, günün sonunda psikolojiktir” denilerek cinsel tanımların ortadan kaldırılmasıyla birlikte sayısız cinsel kimlik ve yönelime meşruiyet sağlanması.
– Kadını korumak için yola çıkan feminizmin, kadın tanımını önce muğlak, sonra anlamsız kılması sonucunda bizzat kadınlığı yok etmesi.
Bir canlıyı, nesneyi kat kat sararak yok edebilirsiniz. Bir kelimeyi altını üstünü çize çize okunamaz hale getirebilirsiniz. Feminizm, kadınlığı koruya koruya yok etme yoludur. Komünizmin mülkiyet mülkiyet diyerek herkesi mülksüzleştirmesi, fakirliği ve sömürüyü yok etme iddiasıyla herkesi en sistematik sömürüye ve eşit fakirliğe ulaştırması gibidir.
Komünist devrim peşindeki samimi insanlar hangi küresel projenin aparatı olduklarını bilmedikleri gibi feministlerin çoğu da neyin aparatı olduklarını bilmiyorlar. Hak aradıklarını sanıyorlar. Oysa çatışma körüklemeye dayalı bir küresel kültürel devrimin piyonları durumundalar. Devrim başarılı olursa, evet, erillik=kötülük kalmayacak ama dişilik=iyilik de kalmayacak. Tek bir cinste eriyeceğiz. Ne gibi? Komünizmde zengin ile fakirin tek bir formda eritilmesi gibi.
Komünizm ve feminizm pek çok noktada birebir aynıdır. İstanbul Sözleşmesi “kültür, örf ve adet, din, gelenek veya sözde ‘namus’” gibi kurumları şiddetin kaynağı olarak teşhis etmiş ve bunlara savaş açmıştı. Marksizm de bunları emek sömürüsünün kaynağı olarak görür, yıkmaya çalışır. Gerek Marksizm’de gerekse feminizmde aile en tehlikeli istismar yatağıdır. Bütün istismarlar ailede öğrenilir, kanıksanır. Aile yıkılmadıkça devrim imkansızdır, eksiktir. “Aile yanlısı komünist” olunamayacağı gibi “aile yanlısı feminist” de olunamaz. Olunabileceğini söyleyen meseleyi anlamamıştır.
Türkiye için söylüyorum: Bu devlet, on yıllarca komünizmle mücadele etti. Fakat feminizmin yöntemsel ve amaçsal olarak komünizmin güncellenmiş, çok daha sinsi bir versiyonu olduğuna hala ayılmadı. Öfkeliyim. Yöneticilerimizin bu kadar gafil olmasına çok öfkeliyim.
Bakınız, hukukun neredeyse bütün alanlarında alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri getirildi, teşvik ediliyor. Ceza hukuku, iş hukuku, ticaret hukuku, kira hukuku, idare hukuku, tahkim, hemen her alanda. 6325 sayılı Kanun’un 1. maddesi şöyle der: “Aile içi şiddet iddiasını içeren uyuşmazlıklar arabuluculuğa elverişli değildir”. Neden? Şiddet iddiası varsa arabulucu devreye girip, tarafları boşamak suretiyle arayı bulabilir. İş hukukunda arabulucu işçinin işe geri dönmesini, kira hukukunda arabulucu kiracının eve geri dönmesini mi hedefliyor? Ceza hukukunda uzlaştırmacı tarafları kardeş mi ilan ediyor? Hayır, tam tersine, çoğu zaman tarafların birbirinden düzgün ve müsterih ayrılmalarını sağlıyor. Ama aile hukukunda arabulucu/uzlaştırmacı yasak. Neden? Çünkü taraflar çatışsın, kavga etsin isteniyor. Bu sinsi amaç kanun yapıcılara öyle makul sunuluyor ki adamlar bu ülkeye, insanlığa nasıl bir ihanet içinde olduklarını fark bile etmiyor.
Devlet korkunç bir gaflet içinde bu konularda. Hukuk sistemi, tüm araçlarıyla kadın ile erkeğin birbiriyle çatışmasını körüklüyor. Kadınlar ve erkekler birbiriyle sürtüşsün, birbirinden bıksın, nefret etsin isteniyor. Bu çekişme ve kriz iklimini isteyen, devrimin zorunlu şartı olarak gören feminist ideologların oyununa geliniyor.
Bizim küçüklüğümüzde kadınlar özel, güzel, değerli, saygın varlıklar olarak algılanırdı. Erkekliğin de bir ağırlığı, saygınlığı vardı. Bugün kadınlar da erkekler de karşı cinse düşmanlıkla, güvensizlikle bakıyor. En iyimiz şüpheyle bakıyor. Safiyet azaldı, hesaplar arttı. İlan-ı aşk kalmadı. Şiir kalmadı. Şehvetsiz iltifatlar, medeni yakınlıklar azaldı. Kendini kollamalar, içe kapanmalar, yabanilikler arttı. Herkes gardını alınca sağlıklı kadın-erkek akışı bozuldu, gerilimler birikti, aktif ve pasif agresiflikler arttı. Her iki cins birbirine saldırır noktaya getirildi. Kimi eliyle, kimi diliyle, kimi yasalarla… Şiddetle mücadele adı altında atmosfer, şiddetin her türlüsünün zehriyle dolduruldu.
Karşı cinsi sevgiyle değil, tehlikeyle kodlar olduk. Evliliğin kutsallaştırılmasından öcüleştirilmesini noktasına geldik. Devleti yöneten, kanunları yapan, uygulayan gafiller yaptı bunu. Üstelik çözümü de daha fazla kadıncılıkta arıyorlar hala. Anlamıyorlar ki oyun çok başka: Ortada gerçek bir kadıncılık yok. Ortada kadıncılık ambalajıyla pazarlanan bir küresel kültürel devrimcilik var ki devrim tamam olunca kadın da kalmayacak meydanda.
Gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içindeki dindarlar, sekülerler, şucular, bucular… Bir zamanlar komünizme karşı duran bütün cepheler, bugün aynı küreselciliğin yeni enstrümanı olan feminizme teslim oldular.
Feminizm, komünizmle aynı hatlarda işliyor. Fakat onun çok daha üst bir sürümü, yöntemsel olarak. Komünizm hesap kitaba dayalı iş sektörüne oynuyordu, çoklarının hesabına gelmiyordu. Feminizm ise duygulara dayalı cinsiyet alanına oynuyor, müthiş bir irrasyonellik dünyası kurabiliyor. Komünistler devleti, rejimi açıktan hedefe koyuyordu. Feministlerse erillikle özdeşleştirdikleri devleti “çivi çiviyi söker” kabilinden işlevsel görüyorlar, ‘eril’ toplumu ‘eril’ devlet araçlarıyla dövüyorlar. Komünistler servetten de yoksulluktan da utanç yaratamadılar. Feministlerse erkeklikten de fıtrata referanslı kadınlıktan da utanç yarattılar.
Yazıyı daha fazla uzatmayacağım. Amacım, bir işaret fişeği yakmak, gafilleri uyandırmaktır.
“Kadın ile erkek didişsin, çatışsın, birbirine güvenmesin, aralarındaki güzel çekim ve sevgi potansiyeli ortadan kalksın, birbirlerine düşman olsunlar” hukuku egemen şu an ülkemize. Son on yılların yasal düzenlemeleri hep bu amaca hizmet etti. Kadın cinayetleri (gündemi) de bu amaca, öngörülen devrime hizmet ediyor. Feminist devrimciler kadın cinayetlerinden de kadın ile erkeğin her tür çatışmasından da gayet memnunlar. Bunları işlevsel, faydalı kayıplar olarak görüyorlar. Ki gerçekten de tasarladıkları gibi oluyor. Her geçen gün hukukun ayarı bozuluyor, bozuldukça kadın-erkek ahengi ve mutluluğu daha da imkansız hale geliyor. Buna alet olan yazarlar, STK’lar, siyasiler sonrasında kendi eserlerinin karşısına geçip zavallıca “Aile yıkılıyor” diye ağıtlar yakıyor.