Gerçek ve Gizemli Bir Hacı Bayram Hikayesi


“Doğru söz iki kişiye muhtaçtır: Doğru söyleyen, doğru dinleyen” Halil Cibran

Hacı Bayram Camii’nin etrafındaki enstitülerin birinden çıkmış, dar bir sokaktan camiye doğru yürüyordum. Sokakta altmışlı yaşlarda bir hanım vardı. Bu hanımı tanıyordum. Suriyeliydi. Hep aynı temiz lacivert feraceyi giyer, uslu bir kedi gibi dizlerini birbirine yapıştırarak kaldırımda otururdu. Ya Zincirli Cami karşısında ya da bu ara sokaklarda olurdu. Kurabiye gibi şeyler satar, muhatap olunursa gülümserdi. Temiz yüzlü, muhtaç olduğu belli bir teyzeydi ama dilenmezdi. Şikayetçi haline şahit olmamıştım. Kendisine hafifçe selam verip yürümeye devam ettim.

Az sonra, arka taraftan bir hitap duydum:

“Kimilerini karınca yapmış, yerlerde süründürüyor. Kimilerini balarısı yapmış, göklerde uçuruyor”.

Dönüp baktım. Bu, yine altmışlı yaşlarda, uzun boylu, zayıf sayılabilecek bir amcaydı. Gençliği gitmiş ama tam da yaşlanmamıştı. Kirli beyaz sakalı, temiz fakat eski denilebilecek kıyafetleriyle, görmüş geçirmiş, çok şey elde edememiş, bunu dert de etmeyen, hayatı hazmetmiş bir zat olduğunu birazdan anlayacaktım.

“Hayırdır amca, kimi kastediyorsun?” diye sordum. Acaba Suriyeli teyzeyle beni mi kastediyor diye içimden geçmişti. Zira etrafta üçümüzden başka kimse yoktu.

“Görmüyor musun? Her taraf karınca gibi insanlarla doldu. Milyonlarca karınca. Kırıntıların peşindeler. Çokları da balarısı oldu. Balla besleniyorlar” diye tekrarladı. Daha geniş bir mevzudan, umumi vaziyetten bahsettiğinden emin oldum.

– Kim yapmış bunu amca?

– Kim olduğu belli değil mi?

Ne cevap verilir, emin olamadım. Ezberden:

– Allah mı? dedim. Kim?

Tatlı bir garipseme içinde, yumuşak fakat net bir edayla:

– Kim olacak? Tayyip Efendi Hazretleri, diye cevap verdi.

– O mu yapıyor bunu, dedim.

– O yapıyor tabii.

Enteresan olan: Toz kadar garaz sezmedim. Hakikatten başka gündemi ve sözü olmayanların dingin pervasızlığıyla, aynı zamanda da şefkat ve benimsemesiyle söyledi bunu.

Sordu: “Balarısı mı üstündür, eşekarısı mı?”

– Elbette balarısı, dedim.

– Yanlış! dedi.

O an zihnimde bir şeyler yerinden oynadı sanki. Devam etti:

– Balarısı hırsızdır. Balarısı çiçeklerin özünü çalar götürür, sonra da onu bir güzel sırlar, saklar. Sahiplenir. Balarısı hırsızdır. Peki eşekarısı ne yapar? Gider balarısının kovanına saldırır, peteğini bozar. Onun hırsızlığına engel olur. Eşekarısı üstündür.

Amca tekrar sordu:

– Peki, üzüm yemek mi gerekir, bağcıyı dövmek mi?

Latifeyle:

– Amcacığım, senin mantığına göre bağcıyı dövmek üstün olsa gerek!

Sıcacık ve kocaman güldü:

– Evet, doğru, ama bilmeden bildin.

“İnsanlar üzüm yeme derdindedir. Bağcı da üzüm yedirir. Herkes üzüm yemeye bakarsa bağcıyı kim düzeltecek?” diye devam etti.

– Amca, dedim, ben hayatım boyunca hep böyle davrandım. Yaratılışım böyle. Ama sorguluyorum da kendimi. Çünkü sonuç almadığım gibi kendim de boşuna yoruluyorum gibi geliyor. Böyle olmamak istiyorum.

– Bağcıları dövmek, tekerlere çomak sokmak peygamber mesleğidir, dedi.

– İyi ama peygamberlerin bazısı başarısız olduysa, bazısı da başarılı olmuştur. Davud, Süleyman, Yusuf, Efendimiz…

Kesin bir tonda:

– Hayır, dedi, hiçbir peygamber başarılı olmamıştır!

– Nasıl, dedim, Efendimiz başarılı olmadı mı? Sahabeler kıtalara açılmadı mı? Büyük devletler kurulmadı mı?

Türbenin önüne geleli bir müddet olmuştu. Ayakta sohbete devam ediyorduk. Etrafa bakınır gibi yaptı:

– Efendimiz başarılı olsa böyle mi olurduk?

Anladım ki yine başka bir boyuttan konuşuyor:

– Dünya kötülük üzerinedir. Peygamberler bu kanunu bozamaz. Peygamberler dünya ahvali içinde istisna oluşturmakla görevlidir. Başarıyla görevli değildir. Zaten başarı dediğin nedir? dedi.

Ben daha cevap vermeden:

– Başarı şeytandandır!

Haydi… Bir şaşkınlık daha…

Herkesin, hepimizin uğruna kendimizi paraladığımız başarı şeytandanmış…

– Eser, dedi, eser bırakmak… Nedir eser? Nefsini izhar etmektir. İnsan eser peşinde olmamalı. Salih amelin semeresi olur. Bak, dedi, her yerde eserler yapılıyor. Haktan uzak… Sonra camiyi gösterdi: Bu nedir peki? diye sordu. Buna eser denmez. Bu semeredir.

Benimle ilgili hiçbir şey sormamıştı. Nerede çalıştığımı bilmiyordu. Normalde bilemezdi. Hukuk konularına girdi:

– Adalet mülkün temelidir, derler. O da yanlış.

– Nasıl? Bu söz Hz. Ömer’in değil mi?

– Ömer öyle şey söyler mi yahu! Adalet mülk için değildir. Adaleti mülkün aracı olarak görmek, adalet kudret ve servet sahiplerine hizmet eder demektir. Adalet Hakk içindir.

Sonra türbenin önünde duran, küçük bir minare şeklindeki yardım kasasını gösterdi. Kasa üç kısımdan oluşuyor: Altta kaide, ortada sütun gibi bir gövde ve en üstte minare başı gibi bir kısım. Bu üç kısmı aşağıdan yukarıya doğru şöyle tarif etti:

– Adalet (kaide), hukuk yoluyla (gövde), Hakk’a gitmektir. Adalet, hukuk yoluyla Hakk’a ermektir. Adalet mülkün temeli değildir. Adalet Hakk’ın temelidir. Hakk içindir. Mülk için değildir. Adalet mülkün hizmetinde olmaz. Hakkın hizmetinde olur.

Böyle böyle bir saat, belki daha uzun sohbet ettik. Daha doğrusu o anlattı, ben dinledim… Hiçbir iç sürtüşme yaşamadan, öğrenmeyi öğrenmiş bir insan olarak dinledim.

Bir ara “Hakk nedir?” diye bir soru sordu. Cebinden bir kalem çıkardı: “Bak, bu haktır” deyip anlattı. Sıradan bir hareket gibi ama değil. Çünkü kendisiyle karşılaşmadan on dakika önce, gittiğim enstitüde sohbet ederken konu hak – batıl meselesine gelmiş ve konuştuğum hoca eline bir kalem alarak “Mesela, bu hak mıdır?” diye sormuştu.

Amcanın adını sordum. Söyledi. Tuşlu bir cep telefonu vardı. Numarasını istedim. “Numara vermem” dedi. Üniversitem orada olduğu için bölgede epey zaman geçiriyorum. Kendisini daha önce görmediğim gibi tekrar göreceğimi de sanmıyorum. Vedalaştık, ayrıldık.

Konuşmanın sonunda sanki zihnim bir kum saati şeklindeymiş de tersine çevrilmiş gibi hissettim. Öncesinde beynimi dünyaya ters tarafından bağlamışım gibi…

Yaşıyoruz; bilgiler, yaşam formülleri ediniyoruz. Acaba yaşam formüllerimiz doğru mu, yanlış mı? Vazgeçilebilir şeyler mi? Boşuna mı tutunuyoruz onlara? Böyle hissetmek beni epey rahatlattı. Yeni doğmuş, hiçbir şey bilmeyen bir bebek gibi boş ve hafif hissettirdi.

Bir yandan da hayretle dolmuştum. Amcanın adı Hayrettin’di.

Gerçek ve Gizemli Bir Hacı Bayram Hikayesi” üzerine 4 yorum

  1. Adalet mülkün temelidir sözündeki mülk kelimesini devlet değil de mal-mülk olarak belirtmeniz nedeniyle tün yazınızın kurgu olduğunu anladım, yanlış bilgi yanlış kurguya bu da aldatıcı bir yazıya yolaçmış.

  2. Kurgu değil. Gerçek. Hatta özet. Kelimeyi anlamamızda herhangi bir noksanlık yok. Haksız ithamda bulunmayın.

  3. Ne zman içim daralsa hacibayram veli hz.oradan da taceddin dergahına giderim.Her gittiğimde denek gelirsem o teyzeden hurmalı kurabiye alırım.Hatta dilenmediği için emeğiyle birşeyler yapıp sattığı için içimden takdir ederim.Ankara da iyi ki hacibeyram veli hz var.Benzer olaylar yaşadığım için bu olayın kurgu olmadığına inanıyorum.Sevgiyle kalın.

  4. Teşbihte hata olmaz. Verilmek istenen mesajı aldım. Ancak arı örneği biraz uygunsuz olmuş.

    Diğer taraftan başarının şeytandan olduğu kanaatine ben de şaşkınlık içinde katıldım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir