Bir Şifa ve Zehir Olarak Tasavvuf Kültürü
























Hindistan’dan Balkanlar’a uzanan hat üstündeki toplumlarda kültürün ana ögesi mistisizmdir. Bunun Müslüman versiyonu da tasavvuftur. Coğrafyamızda tasavvufun etkisi Müslümanlıkla sınırlı değildir. Müslüman kimliğin çok ötesine geçmiştir. Hepimizi, dinle hiç ilgili görülmeyen işlerimizi bile kuşatmıştır.

Basit bir örnek verelim. Toplumumuzun her kesiminde kullanılan bir kelime var: “Hayırlısı”. Anlamı: “Ben bir şeyi istiyorum ama çok istemekten de emin değilim. Belki benim için iyi olmaz”. Bu anlayışı zihinlerimize yerleştiren güç, tasavvuftur.

Tasavvufun iki yüzü vardır: Hakka ve hakikate bakan yüzü; beşere ve kültüre bakan yüzü. Tasavvufun Hakka bakan yüzü arı, durudur. Tarife sığmaz. Tasavvufun beşere bakan yüzü ise beşerin halincedir. Temiz olabileceği gibi çok kirli de olabilir.

Tasavvufu beşeri yüzüyle tanıyanların kimisi onaylar, kimisi onaylamaz. Bunlar arasında -hakikate uzaklık bakımından- fark yoktur.

Kültür eseri olarak yaşatılan tasavvuf, kısmen yararlı, kısmen de zararlıdır. Ruhun değil, dünyanın kanunlarına tabi olan her şey gibi eskiyip çürüyebilir. Zehir olabilir.

Tasavvuf, zemzem suyu gibi daima berhayat olan kaynaktan beslenmelidir ki sade şifa olsun. Hiçbir yalancı yalancı olduğunu, gafil de gafil olduğunu söylemediği gibi; tasavvufla iştigal edenlerin hepsi duru bir kaynaktan beslendiklerini, hakiki olduklarını iddia ederler. Zehirlerini, şifa gibi sunarlar.

Ülkemizin kültür tarihine baktığımızda; tasavvuf eseri nice güller, sümbüller görürüz. Hemen yanı başında, zehirli tasavvufun dikenlerini, çalılarını görürüz.

Bu yazıda, özü itibariyle şifa olan tasavvufun, aynı zamanda nasıl bir zehir olduğuna dair açıklamalar yapacağız. Kültürümüzün ıslahına kafa yoranları önemli bir farkındalığa davet edeceğiz.

Milletimizin tarihi incelenirse, dünya milletleri arasında iki hususta birinciliğe oynadığımız görülecektir: Tasavvuf ve askerlik. İkisinin ortak yanı, kendinden geçmeyi salık vermeleridir. Kendinden öte bir varlıkta erimek… Ölmeden ölmek, şehitlik…

Mahviyet, en büyük hakikat kapısıdır. Aynı zamanda da en zor iştir. En zor iş olduğu için bunun sahicisi çok nadir, sahtesi çok yaygındır. Öteden beri asker sınıfı memleketimize büyük faydalar ve zararlar verdiği gibi tasavvufla iştigal edenler de büyük faydalar ve zararlar vermiştir.

Millet olarak bilimde, felsefede, sanatta, teknolojide vs. iddialı olamamışız. Bu gibi alanlarda varlık göstermemiz, yine tasavvuf ve askerlik bağlamında olmuştur. Tarihimizden askerliği ve tasavvufu çıkarın, geriye pek bir şey kalmaz. Askerliğe veya mistisizme karşı olanlar dahi bu gerçekleri kabul etmek durumundadır.

Genellikle anti-militarizm suretinde olsa da ülkemizde son dönemlerde asker millet kültürünün kritiği yapılabiliyor. Kritik edenlerin askerlik ve ordu fikrine temelden karşı oldukları pek görülmüyor.

Tasavvuf konusundaki tartışmalarsa, tasavvufu toptan sahiplenenler ile temelden sakıncalı bulanlar arasında yırtılmaya yol açmış durumda. Tasavvufa dair somut sonuçlar değil, soyut iddialar öne çıkıyor. Yaşayan haliyle tasavvufun genel kültür yapımızı onarıcı ve bozucu etkilerine dair akılcı kritikler yapılmıyor. Kanaatimizce bu neticede yani herhangi bir konuda akılcı, ölçülü kritikler yapamama özelliğimizde bile tasavvufun etkisi var.

Yazımızda tasavvufu hem olumlu hem de olumsuz anlamlarda kullandığımızı sanıyorum fark ettiniz. Sözlük anlamı itibariyle “saflaşma” anlamına gelen bu kavramın bulanıklık içinde ele alınmak zorunda olması tatsız bir tezat olsa da yapacak bir şey yok.

Tasavvuf kültürü, artısıyla ve eksisiyle hepimize, her yere bulaşmıştır. Bize hem şifa hem de zehir olmuştur. Bunun bazı örneklerini verelim:

Hakiki tasavvufa göre insan, ruh ile bedenin irtibatından doğan ve “nefs” adı verilen tahayyülî, batıl bir varlığa bağlı yaşar. Amaç, bu batıl varlığın tasfiyesidir. Nefs tasfiye edilince kendisinin bir yansıma olduğunu anlar ve hakiki, mutlak varlığa secde ederek kul olur. Hakka şuurlu bir alet, kamil insan olur.

Kamil insan olan kişilerin bazısı mürşit yani öğretmen sıfatıyla halk içine karışır. Halk içine karışan mürşidin vazifesi, kendisinin daha önce yürümüş olduğu arınma yolunda bir başka insana yoldaşlık, arkadaşlık etmektir.

Mürşidin müride üstünlüğe olmadığı gibi, pratikte müridin mürşide üstünlüğü vardır. Mürit, mürşide manevi kirini getirir. O da o kiri giderecek operasyonlar yapar. Asıl hizmetkar olan, asıl kahır çeken, yük çeken mürşittir. Onun için mürşitler mürit peşinde koşmazlar. Kimseyi ikna etmeye çalışmazlar. Kimseyi başlarına bela etmezler. Hakiki tasavvufta böyledir.

Ortalıkta onlarca tarikat var, binlerce şeyh var, yüz binlerce mürit var. Hepsinde bu hakikatin tam tersi bir mantık egemendir. Mürşit üstte; karizmatik, sorgulanamaz, erişilemez bir statüdedir. Mürit ise altta, zavallı, ezik bir haldedir. Ve bu zavallı, ezik müritlerden bol bol edinmek için tarikat propagandaları yapılır. Dejenere tasavvufta…

İşin asıl enteresan kısmı ise yüzyıllardır kök salan bu dejenere tasavvufun bütün kültürümüzü istila etmiş olmasıdır. Türk toplumunda dejenere tasavvuf kabullerinin etkin olmadığı hiçbir sosyal ortam yoktur. Üniversiteler, iş yerleri, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, sağ ve sol örgütler, cemaatler, dindar ve seküler oluşumlar… Hepsinde dejenere mistisizm vardır.

Bunun sebebi şudur: Türkî toplumların şuur ve gaye edinerek dünya sahnesinde boy göstermesi başta Ahmed Yesevi olmak üzere büyük sufilerin terbiyesi ile olmuştur. Aşılamaz, vazgeçilemez bir düşünce çerçevesi kurulmuştur. Onların formüle ettiği tasavvufi terbiyenin özü zamanla kaybolsa da biçimi bir şekilde devam ettirilmek durumunda kalınmıştır. Halen meydanda kamil insanlar varmış gibi, bir biçimsel hürmet ve boyun eğme alışkanlığı sonraki nesillere miras kalmıştır. Zihinsel altyapımız bu alışkanlık tarafından oluşturulmuştur. Bu altyapının dışına çıkmış görünmek; toplumun dışına çıkmak, olumlu algılanan etkiler yapamamak anlamına gelir.

Biçimsel hürmet alışkanlığımız, otorite mevkiine konulan herkesin etrafında yenilenir. Kültürümüzde, otorite mevkiinde görülen herkes adeta şeyhtir. Şeyh gibi muamele görür. Şeyh gibi sorgulanmaz. Şeyh gibi hikmetle özdeşleştirilir. Şeyhler gibi mistik bir anlam ve meşruiyet zemininde algılanır. Onların takipçileri dejenere müritleri, etki alanları da tekkeleri andırır. İsterse tamamen dinsiz bir söyleme dayansın, Türkiye’de ve benzeri Doğu toplumlarında gözlemleyeceğiniz sivil ya da resmi her örgüt yapısı bu genel çerçeveye uyar. Uymak zorundadır. Çünkü kültür, insanların zihinlerini buna alıştırmıştır.

Akla uzak gelebilecek bir örnekle izah edeyim: Büyük oranda izlediğim ve yararlı bulduğum Kırmızı Oda dizisi. Dizinin merkezinde Manolya isminde, tıp fakültesi mezunu, psikiyatri alanında uzmanlık yapmış, orta yaşlı bir tabip var. Bilimsel bir meslek icra ettiği izlenimini veriyor. Ahiret, cin, melek, şeytan gibi metafizik konulara girmiyor. Tabii görünürde… Diziyi yakından ve şartlanmasız analiz ettiğinizde Manolya hanımın tam anlamıyla seküler bir şeyh olduğunu fark ediyorsunuz.

Manolya Psikiyatri Merkezi bir tekke. Merkezin personeli mürit. Hastalar önce muhip, sonra mürit.  Hastalar aldıkları psikolojik yardım için çok yüksek meblağlar ödeseler de, işletmenin temelinde para olsa da dizide müthiş bir sürrealizm var ve asla para lafı edilmiyor. Sanki psikiyatr hanım ötelerden yeryüzüne inmiş, alicenap bir şeyh.

Hastalar manevi şifaya susamış kişiler olarak sunuluyor. Şeyh hanıma geliyorlar, içlerini birazcık açıyorlar; şeyh hanım hemen onları bütün derinlikleriyle görüyor. Keramet benzeri yorumlar yapıyor. Onlara dokunuyor, sevgi ve şefkatini veriyor. Hastalar da ona hayran oluyor, bağlanıyor. Seanslar halveti andırıyor. Seans dışında da doktor-hasta rabıtası sürüyor. Hastalar şeyh hanımın kusursuz dünyasından yudumlayıp, kendi dünyalarını tamir ediyorlar. Dizinin özü bu ve her bölümün önemli bir kısmı bu propagandaya ayrılıyor.

Peki psikiyatri biliminin ülkemizdeki popüler ve nispeten faydalı bir dışavurumu olan bu dizi, neden gelip de bu kalıba sıkışıyor? Çünkü benzer birkaç dizinin daha kaynağı olan, kendisini seküler ve bilimsel zanneden Sayın Gülseren Budayıcıoğlu, mistik kültür tarafından domine edilmiş. Başka bir zihin dünyasına geçiş yapamıyor; başka bir dünyanın başarı ölçütlerini hayata geçiremiyor. Mistik kültürün egemen olduğu Türk toplumuna uygun yapıtlarla etkili bir psikiyatr olmayı beceriyor.

Psikiyatrinin Arapçası “el-tibbun nefsî” yani “nefs tıbbı”. Psikolojinin Arapçası “ilmun nefs” yani nefs bilimi. Tasavvuf da tam olarak bu anlamlara geliyor. Orijinal tasavvuf, nefs (benlik) tedavisi bilimi yani kadim psikiyatri/psikoloji idi. Hakiki şeyh ve mürşitlerin uzmanlık alanı da psikiyatriydi. Benliğin sonsuz, çetrefilli hallerini ilahi hikmete göre anlamlandırıp, yaratılış gayesi uyarınca güzelleştirmeye yönelikti. Bugünkü psikolojiden farklı, fakat son derece sofistike ve etkili yöntemleri içermekteydi.

Tasavvufun psikiyatri yani şifa hüviyetini kaybetmesi, bireysel ve kitlesel psikolojiyi büsbütün hasta eden bir uğraş olmasına yol açmıştır. O kadar ki bugün en akılcı yürütülmesi gereken işlerde akıl dışı, gaflet dolu duygusallıkla davranırız. Vicdan ve merhamet gibi derin duyguları devreye sokmamız gerektiğinde de sokamaz, bencilliğin kör akılcılığını benimser, birbirimize zarar verdiğimizi bile fark etmeyiz. Derin bir kültür buhranı içindeyiz. Aklın ve kalbin ölçütlerini bilen, yerini takdir eden, dengesini tutturan profilde olmadığımız için bir tutarsızlık ve kaygı zindanına kapatılmış gibiyiz. Akılsızlık bulutu içinde kurnazlıklar yaparak yuvarlanıp gidiyor, gidişatımıza çürümüş tasavvuf formüllerinden dayanaklar buluyoruz.

Kırmızı Oda örneğini diziyi kötülemek için vermedim. Türk kültüründe mistik zihniyetin gücünü, en ilgisiz görünen noktalarda bile nasıl zuhur ettiğini göstermek için verdim.

Asker millet kalıplarının da takviyesiyle, Türk yönetim ve sosyal etkileşim kültürünün odağında mistisizm vardır. İşler mistik bir hava içinde kotarılır. Kurumlar mistik yönetim anlayışına tabidir. Adalete çağıran hür aklın muhatapsız kalacağı bir tekkeler kültürü kurmuşuzdur. Bunun da kökleri tasavvufa, en çok da dejenere tasavvufa uzanmaktadır.

Türkiye’de bir üniversiteye gidin. Oranın bir tekke olduğunu görürsünüz. Üniversiteyi tekkeye çeviren rektör olabilir, olmayabilir. İlgililerin dili, üslubu bu sonucu doğuracaktır. Akılcı bir rektör de şeyh rolüne girmek zorunda kalır çoğu zaman. Personel ve öğrenciler de mürit rolüne sokulur. Çünkü başka bir sosyalleşme ve etkileşim biçimine aşina değiliz. Yüzyıllardır egemen olan bir zihin haritası, kolay kolay değişmez. Değişmesi gerektiğini bile düşünmeyiz. Düşünen olursa da tekkeden dışlanır.

Türkiye’de hukuk, en başta ülkenin tekke atmosferini korumak içindir. Daha mikro boyutlarda, hemen her bağlamda diri veya ölü bir şeyh vardır, tarikat yani yol vardır, belirlenen yolun adap ve erkanı vardır, biat ve itaat vardır. Müritlik yaparak, her türlü yanlışlıkta hikmet görerek olgunlaşmak, kabul görmek ve mertebe kazanmak vardır. Bu zincirin dışında bir faydalı olma modeli geliştiremediğimiz için eğitimden bilime, sanattan spora, ekonomiden siyasete hemen her alanda ülkece vasatız, başarısızız.

Türkiye’de siyasi partiler tekkedir. Liderler de şeyhtir. Şirketler tekke, patronlar şeyh, çalışanlar da mürittir. Devlet tekkedir. Amirler şeyhin halifeleri, memurlar da mürittir. Hemen her ortamın mantığı aynıdır ve böyledir.

Mürit, isteyen demektir. Mürşit ise müridi istediğine götüren, yolculuğun seyrini ayarlayan pozisyondadır. Onun tedbiri, Allah’ın takdiridir. Kaderdir. Kaderle mücadele etmemek gerekir. İnsan evvela boyun eğmeyi öğrenmelidir. Boyun eğip olgunlaştıktan sonra belki o da takdir etme makamına yükselecektir. Kaynağı tasavvuf olan ve yerine göre gayet de doğru olan bu gibi anlayışlar, yanlış kafalarda korkunç afetlere dönüşürler. İşte biz o yanlış kafalarız. Üçümüz, beşimiz değil, hemen hepimiz… Yanlış kafayla dünyevi kazanımlar elde ediyor, kendimiz gibi arızaları gençler yetiştiriyor, mistisizm zehrini nesilden nesile aktarıyoruz.

Pek çokları bu örüntünün farkında değil. Pek çoklarının dünyası karmakarışık. Pek çokları isyanda. Birbirimize girmiş durumdayız. Ortak dilimiz yok. Ortak frekansımız yok. Konuşamıyoruz. Anlaşamıyoruz. Çırpınıp duruyoruz.

Peki ne yapmalıyız? Tasavvufun, mistik zihniyetin kökünü kazımak mümkün değil. Bunu yapmaya azmedenin türbesini dikerler. Belki Selçuklu tarzı olmaz, Yunan tarzı olur ama bir türbe olur mezarının üstünde. O kadar köklü ve güçlüdür mistik kültür. Yenilemez.

Şimdiki gibi düşünce-duygu bulamacı halde ıslah olamayacağımız, debelenmekten kurtulamayacağımız da muhakkak.

Geriye tek bir seçenek kalıyor: Tasavvuf kültürünün ıslahı. Hepimiz için bir zaruret bu. Duygularımızın ve düşüncelerimizin yerini bulması, verimli olması için…

Madde ötesiyle, soyut olanla, ezoterik olanla ilişkimiz bozulduğu gibi düzelmek zorunda. Bu ilişki, bilinçli-bilinçsiz, her geçen gün daha da bozulurken zor bir iş bu. Ama başka yol yok.

Bir Şifa ve Zehir Olarak Tasavvuf Kültürü” üzerine 1 yorum

  1. Hocam yazınız, herkesin bildiği ama maalesef dile getiremediği, dile getirmeye çekindiği ya da bilip de bilmiyormuş gibi yaptığı, gerçekleri dile getirmiş. Elinize sağlık.
    “Madde ötesiyle, soyut olanla, ezoterik olanla ilişkimiz bozulduğu gibi düzelmek zorunda” derken, nasıl bozuldu ve düzeltmek için ne yapılması gerekir sorusuna da açıklık getirirseniz sanırım, çözüm üretmede ya da başka türlü düşünmeye başlamada yardımcı olacaktır.

    İyi günler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir