Sayısız arzuyla dolu varlıklarız. Fakat biri var ki belki en derini, en güçlüsü: Bilinmek arzusu.
Görülmek, işitilmek, dokunulmak, anlaşılmak, sevilmek arzularımızın hepsinin buluştuğu kavşak: Bilinmek.
İstemediğimiz gibi görülmeyi görülmekten, istemediğimiz gibi sevilmeyi sevilmekten saymayız. Hatta rahatsız oluruz. Bizi görenin, sevenin ne istediğimizi bilerek görüp sevmesini de isteriz.
Bilinmek arzusu içimizdeki en gizli noktalara uzandığı için derinlemesine bilinmek ürkütücü de olabilir. Çıplak kalacağımızı, kontrolü kaybedeceğimizi düşünürüz. Bu sebeple biraz da saklanmak, bilinmemek isteriz.
Belki, sadece güzel bilinmek arzusudur bu. Belki, gizemli olmak. Sonuçta bilinmek arzusu kadar bilinmemek arzusunu da taşırız. Ve bu iki arzu arasından yollar ararken asli arzumuz bulanır: Bilinmek—ama nasıl?
İnsanlar bu hususta ikiye ayrılır: İyi bilinmek isteyenler, doğru bilinmek isteyenler. İyi = Benliğimizi okşayacak şekilde. Doğru = Hakikate uygun.
Ölülere cemaat “İyi bilirdik” der. “Gördüğümüz kadarıyla” anlamına gelir. “Doğru bilirdik” diyemez. Çünkü insanı doğru bilen yoktur, yok gibidir.
Ailemiz, çevremiz bizi tam anlamıyla doğru bilemezler. Onlara bakan cephemizle, eksik bilirler. Bu eksik biliş üzerine severler. Ya da sevmezler. Biz de onları eksik bilişimizle severiz.
Eksik biliş üzerine kurulu sevgiler insanı doyurmaz. Hep bir boşluk kalır. Mutsuzluk, zavallılık, bağımlılık, karamsarlık o boşluktan sızar; zehirler ruhumuzu.
Zehirlenmiş bir ruh, korku içindedir. İyi bilinmemekten kaygılanır. Teyitler arar. Bir yaşama ve algılama çerçevesi çizer kendine. O çerçeve içinde iyi bilinmek için yaşar. Hiç kimse olmasa da kendisi tarafından… Kendisini kendi gerçeğine kapatır.
O artık kendi duvarının ustası olmuştur. Her imtihanda duvarını kalınlaştırır. Kendisine dair algısını muhkem tutmak onun yaşama amacı haline gelmiştir. Böyle bir amaç, ömrün bir takıntıya kurban edilmesi değil de nedir?
İçini duvarlar ardına saklayan insanlar bir mesafeden çekici, güzel görünebilirler. Fakat yaklaştıkça o insanın sizinle dürüst bir ilişkide olmadığını, çünkü en başta kendisiyle cesur ve dürüst bir ilişkide olmadığını fark edersiniz. Artık önünüzde iki seçenek vardır: Kopmak ya da idare etmek.
Arada sırada idare etmekten bahsetmiyorum; hepimizin idare edilecek yönleri var. Fakat biriyle tamamen onu idare etme üzerine kurulu bir ilişkideyseniz aranızdaki sevgi noksanlığı içinize işler. Sizi samimiyetsiz biri haline getirir. Bu sebepledir ki toplum içinde uyumlu bilinen bazı insanlar gerçekten güzel ahlaklıysa pek çoğu da riyakardır. İdare etme üzerine kurulu, samimiyetsiz bir hayat tarzını benimsemiştir.
Samimiyetsizlik, insanlara güvenmemekten ileri gelir. Birinin benliğini kemikleştirdiğini düşünürsek ona gönülden güvenemeyiz. Duygusal kemikleşme günümüzde fazlasıyla yaygın olduğu için güvenmemekte ve güvenilmemekte hepimiz mazur sayılabiliriz. Sonuç olarak, yalnızız.
Yalnız görünmeyenlerin, tüm bu nüanslardan habersiz bir gaflet bulutu içinde yaşadıklarını düşünürüm. Çok az istisna olabilir. “Gül alırlar, gül satarlar” seviyesinde bilişip sevişmek kaç kişiye nasip olmuş?
Yaşam, gaflet ovalarıyla hakikat tepesi arasında uzanır.
İyi yetiştirilmiş nice insan vardır ki aşık olmadıkça, evlenmedikçe kim olduklarını kendileri bile bilmezler. Ne zaman ki kendisini göreceğini, duyup anlayacağını umduğu biriyle karşılaşır, bilinmek arzusu ruhunun katmanlarında fırtınalar estirir. Ortaya ne çıkacağı belli olmaz.
Sevgiler bozulur. Görülüşümüz, görülmeyişimiz ve gördüklerimiz karşısında… Pek çok hassas ve agah insanın hayal kırıklığı şu olmuştur: “Annem-babam aslında beni görmüyormuş” duygusu.
Hayatın tamamına karşı bir sahtelik hissi uyandıran, kimimizi derbederliğe, kimimizi dünyevi hırslara sevk eden şey; en yakınımızdaki insanlar tarafından görülmediğimiz, sahici bir temelde sevilmediğimiz hissidir. Dünya hayatının yakıtı da bu histir aslında. Bu hisle baş etmek için yaparız çoğu şeyi. İyi görünen ve kötü olan nice işler bu hissin eseridir.
Sevilmemek, değer verilmemektir. Değersizlik, anlamsızlık… Anlam arayışını tepkisel bir psikolojiyle sürdürmemek zordur. Çünkü bizi anlam arayışına sevk eden şey, ruhumuzu sarsan bir etki olmuştur. O etki, arayışımızı da boyar.
Yanlış bir başlangıç yapıp doğru noktaya varmak çok nadirdir. Nice yanlış varışlardan sonra, belki… Taş taş yükseltmeye çalıştığımız benlik kalemizin, taş taş yıkılmasıyla belki mümkündür doğruya varmak. Acıyla mümkündür. Acıyla, acıyla, acıyla… İnsanlık, bin yıllar boyunca, hakikati karşılayıp sindirmekten ve sabırdan başka bir tekamül yolu bulamamıştır.
Tekamül yoluna girmenin ilk adımı, iyi değil, doğru bilinmeyi önemsemektir. Ama kim tarafından? Acımasız bir kalp tarafından değil elbette. Seni doğru bilecek, doğru bilişi içinde toz kadar hor görmeden iyiye sevk edecek insanı bulman gerekir. Böyle bir kavuşma da pek nadirdir.
Genel ahvale baktığımızda vaziyet şöyle:
Kendi kontrolümüzde, kendi beklentimize uygun bir şekilde bilinmek için yaşıyoruz. Hakkımızdaki kanaatler üzerinden kendimize dair bir biliş edinmek için; değerli, önemli, var ve çok hissetmek için…
Bir belgesel izlemiştim. Almanya’nın en zenginlerinin gözlerden ırak kalma eğiliminden bahsediyordu. Bugün Doğu toplumlarında varlığı göze sokmak, güçlü ve imtiyazlı bilinmek arzusu öne çıkıyor. Bu, o yüce bilinmek arzusunun yani maneviyatın delilidir. Maneviyat vardır fakat çarpıktır Doğuda. Tersine dönmüştür. Şifayken zehir olmuştur.
Batıda ise maneviyat zayıftır. Düz, maddi değerler etkindir. Zengin zenginliğini yaşamaya odaklanır. Zengin bilinmeye değil. Zengin olmayanlar da hasede itilmemiş olur böylece. Daha kanaatkar ve mutlu yaşarlar.
Doğuda başkaları nezdindeki imajımızı, muteber bilinişimizi fazla önemsiyoruz. Otomobil fiyatlarının daire fiyatlarına yaklaşması da bundan. Fiyatı maaşımızı geçen cep telefonları kullanmamız da bundan. Modern görünümlü kadınlarımızın Batılı çağdaşlarına göre çok daha fazla makyaj yapması da bundan. Çocukların özel okul furyası da bundan. Sosyal medyanın popülerliği de bundan. Yolsuzluklar bile kısmen bundan kaynaklanıyor. Daha ötede var olmak, bilinmek arzumuzdan…
“Bilinmek için alemleri yarattım” ile “İnsanı kendi suretimde yarattım” kutsi hadislerini bir arada düşünelim. Varlığın kaynağı olan bilinmek arzusu, insanın da en derin arzusu. Diğer arzularınız tatmin oldukça bunun böyle olduğunu görürsünüz. Makam, şöhret, itibar isteği, gösteriş, çapkınlık vs. hep daha geniş bir bilinme arzusunun uzanımları…
Bir yönüyle de doğal bir şey bu. Ama her yönüyle değil…
Pırıl pırıl bir dünyanız olsa, bilinmedikçe eksik hissedersiniz.
Dağınık dünyanızı bir makbul bilinme perdesiyle örtebilirseniz rahatlarsınız. Halbuki bu rahatlama, derin sızınızı dindirdiği için manevi yolculuğunuzda önünüze set olabilir. Onun için, insanların sizi görmesi ve bilmesi gibi, görmemesi ve bilmemesi de nimet olabilir. Bilinme arzunuzu diri tutabilir; sizi bilmeye ehil olanın peşine düşürebilir.
İnsanı yalnızca Yaratan ve dostları hakkıyla bilebilir. Görebilir, işitebilir, sevebilir.
Başkaları sevginin sadece numunelerini tattırabilir. O da eğer bir nebze hakiki görüş ve duyuşları, bilişleri varsa…
Emir Hocam kaleminize sağlık. Bilinmek arzusunu temellendirdiğimiz takdirde bilinmenin temeli de “kendini bilmek” savıyla ilişkilendirmek bize nasıl bir açı sağlar. Gerek İslam tasavvufunda gerekse sufilikte gerekse şaman-budist geleneklerinin hatta orta çağ tarikatlarında bile Hayat Ağacının tepesinde “kendini bil” sembolizmi mevcutken “bilinmek arzusu” “kendini bilmek” ile başlangıcını ortaya koymaktamıdır?