Ben Hukukçu Muyum?


İngiltere’de hukuk doktoramı tamamlayıp Türkiye’ye döndüğümden beri zaman zaman karşılaştığım bir itham var: “Emir Kaya hukukçu değil”. Bu iddianın altında ise şu varsayım var: Benim kendileri gibi özel bir önemseme duygusuyla hukukçuluk iddiasında bulunduğum!

Önemsiyor muyum? Esas itibariyle hayır. Zira ben etiketleri değil, içerikleri önemsiyorum. Fakat kimileri hem bu etiketi önemsemem gerektiğini düşünüyor hem de kendi önemsemeleri üzerinden beni hukukçu olmamakla itham ediyor, güya küçültüyor.

Bu tuhaflığı o kadar farklı şekillerde tecrübe ediyorum ki… Bir-iki tanesini anlatayım.

Benden alıp geçtiği dersle mezun olmuş, şu an hukuk doçenti bir öğrencim arkamdan benim hukukçu olmadığımı söylüyormuş. Sebebini biliyorum ama konu o değil. Düşünün, benden hukuk dersi almış kişi bile (içinde garaz oluşmuşsa) beni hukukçu olmamakla itham edebiliyor!

Bir diğer örnek: 2011 yılında ilk kez hukuk fakültesine atanmamda olumlu yönde rapor yazan jüri üyesi, kendisinin yönetim tarzını fazla pederşahi ve taşralı bulmam sonrasında öfkelenerek yıllar sonra doçentlikte tekrar eline düştüğümde kendi raporunun tam tersi cümlelere yer verdi!

Anlayacağınız, hukukçu olmadığım ithamıyla sadece sosyal alanda karşılaşmadım. Tezviratın resmi izdüşümleri de olabildi (atamalarımda kasten zorluk çıkarılması gibi). Buna rağmen kimseye cevap vermekle uğraşmadım. Fakat cevap vermemin, şahsımdan öte, ülkemizde hukuka yaklaşım konusunda kamusal faydasının olacağını görüyorum. Onun için bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Önce aksi bir anekdot paylaşmak isterim:

Tarih 19.12.2023. Ankara’da bir konferanstayız. Konuşmacı, Türkiye Büyük Millet Meclisi eski Başkanı. Konuşma sonrası Sayın Başkan beni salonda görünce hazirûna “Türkiye’nin en iyi hukukçusu” diyerek takdim etti. Yanımdaki arkadaşım bu denli büyük bir övgüye şaşırdığını söyleyip teyit ettirmek istedi. Kıymetli Başkan da teyit etti. Hatta aylar sonra bir başka yerde “Türkiye’nin, hatta dünyanın en iyi hukukçusu” olarak beni tanıttı. Başkan beyin Türkiye’de hukuk fakültesi mezunu olduğu notunu düşeyim.

Daha bu dönem yüksek lisans dersinde bir öğrencim “Ankara Hukuk’ta dört yılda öğrendiğim her şeyi yerle bir ettiniz” diyerek şaşkınlığını dile getirdi.

Ben yaptığım işin, yürüdüğüm yolun bilincindeyim. Beni hukukçu saymayanlar da şunun bilincinde: Benim önerdiğim hukuk nosyonu, onların çoğunu hukukçuluk makamından düşürür. Düşmanlıkları isabetli sezgilere, kaygılara dayanıyor. Fakat beni alt klasmanda gösterme çabaları adil olmuyor.

Liseyi fen lisesinde okudum. Üniversite sınavında sayısal puanlamada 65., eşit ağırlıkta ise 205. oldum. Türkiye’de tıp, mühendislik, hukuk vs. yerleşemeyeceğim hiçbir fakülte ve bölüm yoktu. Hukuku düşünmedim bile. Esasında ortaokulda yüzlerce soruluk bir mesleki eğilim testi yapmışlardı. Bana meslek olarak “hukukçu” çıkmıştı.  Fakat lise bittiğinde hukuk, bana iddiasını yerine getiremeyen, içi doldurulamayan bir bölüm hissi veriyordu. Puanım ziyan olmasın diye en yüksek puanlı İşletme bölümünü seçtim. Yine eşit ağırlık seçtim yani. Ama hukuk istemedim. Hukukçu olmakla gurur duyanların mezun oldukları okulları düşünmedim. Oralara girememiş değilim. Düşünmedim.

Bilkent İşletme tercihim de ciddi bir hataydı çünkü bana hiç uymayan bir ortam ve bölümdü. Neyse ki bir yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığının bursuyla Amerika Birleşik Devletleri’ne lisans eğitimine gönderildim. İktisat okumak istedim, kabul edildi. Fakat İktisat da beni açmadı. Varlığın anlamını sorguladığım, bunalımlı bir dönemdeydim. Hocanın makroekonomi dersinde zeytinle ilgili verdiği bir örnek üzerine kendime şunu dedim: “Ömür boyu zeytin, peynirle mi uğraşacağım?” İktisat derslerine devam etmedim.

Amerika’da olgun ve esaslı bir liberal eğitim felsefesi egemendir. Öğrenci kendi müfredatını, bu sayede adeta kendisini inşa edebilir. Ben de ilgimi çeken, bana hayatın, dünyada olup bitenlerin anlamını öğretecek derslere yöneldim. Ağırlıklı olarak felsefe, dünya dinleri ve siyaset bilimi dersleriydi bunlar. Normalde dört yıl olan üniversite eğitimini üç yılda, üç ana dal ve bir yan dalda bitirdim. Türkiye’de direkt karşılığı olan ana dallarım siyaset bilimi ve felsefedir.

Evet, Türkiye’de hukuk kulvarında yürümüş biri değildim. Fakat Amerika’da normal hukukçu adayıydım. Çünkü Amerika’da hukuk, lisans eğitimi düzeyinde verilmiyor. Doktora düzeyinde veriliyor. Bazı üniversitelerde yüksek lisans programları var fakat hukukta yüksek lisans akademik olarak da uygulamacı olmak için de çoğu eyalette yeterli değil. Asıl derece doktora. Hukukta lisans seviyesinde eğitim yok. Amerika’da yaşamaya devam etsem lisans eğitimim mükemmel bir hukuk altyapısı olarak görülürdü. Hiçbir dezavantajım yoktu. Hatta üstüne bir de Harvard’da Teoloji yüksek lisansı koyarak daha da güçlü bir altyapı oluşturmuştum.

Hep aynı sahada tahsil görmüş akademisyenler, bu gibi melez altyapılardan irkilebiliyorlar. Dümdüz bir çizgide lisans, yüksek lisans, doktora iyi bir şey Türkiye’de. Ne olduğun belli! Ne olmadığın da belli! Lakin hayat böyle cetvelle çizilmiş bir şey değil. Olgular ve gerçekler de öyle tekdüze değil. Haliyle insanların da aynı hatlarda, birbirinin aynısı gibi yetiştirilmemesi gerekiyor. Fakat maalesef bazı ülkelerde pedagoji öyle, yaklaşım öyle: Dümdüz. Kaskatı.

Amerika’da ise ne kadar melezleşme; o kadar ilginç, o kadar orijinal, o kadar verimli sonuçlar! Kendi özgün kariyer çizginle, kendi özgün katkılarını yapman umulur ve teşvik edilir. Türkiye’nin tersi bir iklim ve kültür yani. Amerika’nın neden dünyanın amiral gemisi olduğunu tartışmaya gerek var mı? Sebep çok açık değil mi? Kalıplanmamış insanlarla dünyayı yönetebilirsiniz. Kalıplanmış insanlar ise güruh oluşturur, güdülür. Bir kısmı da kalıplarıyla gurur duyar üstelik!

Algılarımı daha da yükseltmek için Harvard gibi bir okuldansa doktorayı İngiltere’de yapmak istedim. Londra Üniversitesi-SOAS’a Siyaset Bilimi alanında başvurumu gönderdim. Aklımdaki tez konusunu açıkladım. Kabul geldi. Ama bir sürprizle: “Doktora konunuzun Hukuk alanında çalışılmaya daha uygun olduğu düşüncesiyle davet mektubunuzu Hukuk alanında gönderiyoruz”. Esnekliği görüyor musunuz? Kişiye özel, dosyaya özel, hiç kimseyi tanımadan, kimseyle irtibat kurmam gerekmeden, iltimassız, nitelik odaklı muameleyi görüyor musunuz? Bende Siyaset Bilimi fetişi yoktu. Hukuka olumlu veya olumsuz özel bir anlam da yüklemiyordum. Daveti kabul ettim. Hukuk alanında doktoraya başladım.

Danışmanım konusunda ne kadar şanslı olduğumu anlatamam. Hukuku kozmik, ontolojik katmanlardan en basit pratik katmanlara kadar bütünlük içinde ele alan, son derece orijinal bir insandı. Beni hiçbir şekilde kalıplamadı. Zaten ben de herhangi bir kalıba girip konfor bulmak peşinde değildim. Cesaretle düşündüm, okudum, yazdım. Evet, danışmanımın genişliğinden çok etkilendim. Ve akademik ilgi alanı onunkinden bile daha geniş, daha interdisipliner birine dönüştüm. Bu açıdan bana (Kelsenci anlamda saf, dogmatik) “hukukçu değil” diyenler kendi algılarını ifşa ediyorlar. Çünkü ben herhangi bir disiplinin kalıplarına sıkışmayı reddediyorum. Disipliner katılığı, statü tedirginliğiyle izah ediyorum. Bilimle değil. Zaten genel olarak da üniversitelerin bilgi kadar cehalet, hem de akredite cehalet yuvası olabileceğini düşünüyorum.

Bu demek değil ki tamamen başıboş düşünüp yazalım. Hayır. Bir tefekkür ve yaklaşım disiplininin, sağlam bir metodoloji bilincinin olması gerekir. Fakat o bu yazının konusu değil.

Tüm bu süreçler boyunca resmi burslu öğrenci statüsündeydim ve bütün program kayıtlarım ve eğitimlerim MEB’in onayıyla oldu. Doktoramın hukuk alanında olduğuna dair onlarca belgem (onaylar, faturalar, sertifikalar vs.) vardı.

Türkiye’ye dönünce iki mühendis, bir tıpçıdan oluşan ÜAK denklik komisyonu “Din-diyanetle ilgili hukuk doktorası mı olurmuş!” şeklinde bir indirgemeyle bana hukuk denkliği vermediler. Genel ve muğlak bir Sosyal Bilimler denkliği verdiler. Birkaç sene sonra tekrar başvurup öncekine ilaveten bir de Hukuk alanında denklik aldım. Sonra o denklikle Hukuk doçentliğine başvurdum. Türlü entrikalara rağmen eser raporlarım olumlu geldi. O sırada doçentlikte sözlü sınav kaldırıldı. Haliyle benzer durumdaki herkes gibi derhal Hukuk doçenti belgesine hak kazanmıştım. Fakat baş entrikacı şahsın sinsi dokunuşuyla önce Hukuk doktora denkliğim iptal edildi. Sonra da Hukuk denkliğim olmadığı bahanesiyle -ki Hukuk doçentliği için böyle bir şart yoktu- doçentlik başvurum yok sayıldı. Evet, iki yıllık süreci başarıyla tamamlanmış başvurum temelden yok sayıldı! Bu iki iptal işlemi doçentlikte sözlü sınavın kaldırılmasından sonraki bir gün içinde halledildi. Hıza bakar mısınız! Tekrar doçentliğe başvurup Siyasal Hayat ve Kurumlar (ki Fransa’da direkt Hukuk başlığı altındadır) alanından doçent oldum. Buna ilişmediler. Benimle uğraşanlar, hukuk doktoru ve hukuk doçenti olmamdan çok rahatsız olan bir klikti. İlk başta doktora denkliğimi vermeyenler Kemalist geçinen, 28 Şubat artığı kişilerdi. Doçentliğimi yakanlar ise AK Partili dindar görünen, tahmin edilesi karakterde kişilerdi. Uzlaştıkları nokta: Hukuk ideolojileri ve tabii ki ahlaklarıydı.

Velhasıl, Türkiye’de hukuk doktora denkliği ve hukuk doçentliği pisipisine yakılmış biri oldum. Tüm bu süreçler devam ederken MEB Hukuk Müşavirliğinde çalışmıştım. Anayasa Mahkemesinde hakimlik yapmıştım. Üniversitelerde sadece hukuk fakültelerinde çalışmış, dersler vermiş, danışmanlıklar yapmıştım. Türkiye Adalet Akademisinde yüzlerce hakim-savcı adayına, hatta Yargıtay üyesi, HSK müfettişi gibi üst düzey hakimlere dersler vermiştim. Adalet Bakanlığının kanun komisyonlarında çalışmıştım. Bilirkişilik, danışmanlık, mütalaa yazma gibi sayısız hukuki iş yapmıştım. Ama bu arkadaşların propagandasına göre ben hukukçu değildim.

Umurumda mı? Hayır. Devlet beni eğitim almak üzere yurt dışına göndermiş. Ben de gönderildiğim ülkeler açısından mümkün ve makbul bir kariyer çizgisini takip ederek hukuk alanında doktora eğitimi alıp dönmüşüm. Türkiye’de bunu takdir edemeyenler, sindiremeyenler varsa bu benim problemim değil. Devlet zaten bizim gibi insanlar Türkiye’ye dönüp eğitici, geliştirici, ufuk açıcı olsun diye bize o kadar masraf yapmış. Entelektüel ve akademik katılığa hapsolmamış genç dimağlara faydalı olmakla yükümlüyüz. Katılaşmış beyinleri kayıp nesiller olarak görüyorum. Diğerlerine hizmet etmeyi ise vatan borcu addediyorum.

Dolayısıyla benim açımdan her şey olağan. Herkes şakilesine göre davranır, davranıyor.

Bana da sorarsanız Türkiye’de hukuk zannedilen şey zaten hukuk değil. Yüksek ahlaki idealleri tamamen geçtim, referans alındığı söylenen Batı standartlarında da hukuk değil. Kötü ve verimsiz bir taklit. Kültürle de uyumsuz olduğu için her şeyi karmakarışık eden bir dogma, bir saplantı. Ben bunun böyle olduğunu anlattıkça, hukukçuların da bu sorunun en büyük müsebbibi ve faydalanıcısı olduğunu söyledikçe onlar tabii ki beni sevmeyecekler, kötüleyecekler. Kendilerinin tek avuntusu olan hukukçuluk statüsüne benim sahip olmadığımı iddia edecekler. Bazı toy dimağları da etkileyecekler. Böylece o dimağları geleceğin adil sisteminde rol alma misyonundan eleyecekler. Etkilenen elenir. Mevcut ve meri Türk hukukunu matah bir şey zanneden herkes geleceği kurmaya namzetlikten elenir. Çünkü matah değil. Köklü değil. Tutarlı değil. Ahenkli değil. Üstün ve olgun zekalar tarafından bütünlüklü bir mimari zevkle ve adalet ruhuyla inşa edilmiş değil.  Bu yapı, bu anlayış hukuk değil!

Bu yapı içinde oturup bana “Sen hukukçu değilsin” derseniz ben bunu ancak övgü sayarım. Nitekim benim derdim hukukçu olmak değil, hukuku yeniden tanımlamak, sistemi baştan kurmak!

Amerikan başkanlarından John Adams, Thomas Jefferson, James Madison James Monroe, John Quincy Adams, Andrew Jackson, Martin Van Buren, John Tyler, James Polk, Millard Fillmore, James Buchanan, Abraham Lincoln, James Garfield, Grover Cleveland, Benjamin Harrison ve Calvin Coolidge’în formel hukuk eğitimi ve derecesi olmadığı halde resmi özgeçmişlerinde meslekleri hukukçu (lawyer) olarak geçer. Nasıl mı? “Reading law” denilen bir anlayış çerçevesinde tecrübeli bir hukukçunun yanında yetişmiştirler ve bu yetkinlikleriyle hukuk mesleklerini icra etmişlerdir. Hala Amerika’da bu anlayış cılız da olsa devam eder. Etiketten ziyade reel donanım ve kabiliyet öndedir.

Bu denli esnekliği savunuyor değilim. Ama Türkiye’deki etiketçiliğin saplantı düzeyinde ve sakıncalı olduğunu kesin olarak söyleyebilirim. Kendimle ilgili bir konu diye değil. Türkiye’de bir hukuk profesörüne borçlar hukukunun anayasa hukukuyla ilişkili olduğunu, en basitinden ikisinde de sözleşme kavramının merkezi önemde olduğunu anlatmaya çalıştım, anlatamadım, inanır mısınız? Adam “Ne alakası var? Biri özel, biri kamu” deyip durdu. Borçlar Kanunu’nun Anayasa ile çevrelendiği bile aklına gelmedi. Böyle adamlara biz hukukun iktisatla, siyasetle, psikolojiyle, sosyolojiyle ilişkisini hiç anlatamayız. Bir taraflarını körelterek profesör olmuş insanlar var, sayısız. Anlatamayız bir şey. Anlatamayız ama memlekete yazık. Gençlere yazık. Gençlere anlatmak zorundayız. Ben de zaten bu yazıyı onlar için yazdım.

Gençler! Türkiye’de size hukuk diye anlatılanları dinledikçe hukuktan, hukukun özü olan haktan uzaklaşma riskiniz çok yüksek. Bocalayan bir sisteme dahil olur, kendiniz de ömür boyu ya bocalar ya da duyarsızlaşırsınız, sebebini de bulamazsınız. Sebebi kitaplarımda, yazılarımda.

Bana ister hukukçu desinler, ister hukuk politikacısı, ister felsefeci, isterlerse başka bir şey, hatta hiçbir şey. Önemli olan, şeklin ötesindeki muhtevaya bakmayı bilmektir. Sistem şekilci olsa da manayı talep etmek ve manayı beslemektir. Böyle böyle insanı da sistemi de şekilcilikten mana yönüne götürmeliyiz. Benim derdim budur, hizmetim de bunun içindir.

Hülasa, ülkemiz insanının vergileriyle okumuş biriyim. Ülkemize borcumu da olanı tekrarlayarak değil, olmayanı kazandırarak ödemek istiyorum. Ziyadesiyle yaygın olan, memnuniyet doğurduğu söylenemeyecek düşünce şablonlarına girmekte fayda görmüyorum. Herhangi bir etikete tutunmayı da umursamıyorum. Dünyevi anlamda umursanabilecek şeyleri az buçuk tattım. Hiçbirini fikir bırakmak kadar değerli görmüyorum. Fikirlerim bazı kalıplara uymuyor diye eleştiriliyorsam bu bir kusur mudur? Yoksa asıl kusur hep kalıplara uymak mıdır?

Türkiye’nin hem kendi köklerinden hem de bütün dünyadan özgüvenle beslenerek, çağı ve toplumu doğru okuyarak, başka milletlere ilham olacak orijinal hukuki çözümler üretme potansiyelinin olduğunu görüyorum. Bunun önündeki en büyük engel, zihinsel şartlanmalar. Zihinsel şartlanmaların en katı olduğu alanların başında da hukuk geliyor. Hukuk adı altında sunulan, hakikatte karşılıksız ve bilimsel olarak da geçersiz şartlanmalara teslim olmayan bir kadro gerekiyor Türkiye’ye. Onları arayıp bulmak, onlarla konuşmak bana yetiyor. Ötesi beni ne sayarsa saysın. Dost düşman herkese sevgi ve saygılarımı sunar, işime bakarım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir