İki yüzyıldır “Batı karşısında neden geri kaldık; Batı nasıl yükseldi, başarısını neye borçlu?” gibi sorularla meşgulüz. Bu konuları tartışan binlerce kitap, makale var.
Müsaadenizle bir cevap da ben vereyim. Cevabımı Doğu ve Batı toplumları içindeki yaşam tecrübemden çıkardım. Akademik ve sair okumalarım ikinci planda.
Evet, cevap şu: Batı, başarısını sığ olmasına borçlu.
Doğu’nun bütün keşmekeşi derinliği yüzünden.
Tuhaf gelebilir. Açayım.
Batılı insan kare gibidir. İki boyutta düşünür, iş görür.
Doğulu insan ise küp gibidir. Üç boyutta, derinlik içindedir.
Burada derinlikten kasıt, felsefi veya manevi derinlik değil. Duygu derinliği. Eşya ve hadiselere, hatta kendine daha derin duygusal anlam yükleme eğilimi.
Doğu’da her şeyde duygu var. Her şey duygusal.
Batı’da da duygular vardır. Fakat bir Doğulunun gözüyle baktığınızda Batı’daki duygular bile düşünce gibidir.
Batılının gözüyle baktığınızda ise tersini görürsünüz: Doğu’daki düşünceler bile duygu gibi görünür. İyi hesaplanmamış, sistemsiz görünür.
Belki de bu görüşte iki taraf da haklıdır.
Peki iki taraftan üstün olan hangisi? Ya da neden Batı üstün gibi algılanıyor?
Esasında potansiyeli üstün olan Doğu’dur. Çünkü derinliği vardır. Bir küp sonsuz kareyi içine alabilir. Ama bir kare tek bir küpü bile kuşatamaz. Haliyle üstün olan küp yani Doğu olsa gerektir. Peki reel durumda üstün olan hangisi?
İki asırdır Batı’ya nazar eden Doğulular kendilerindeki avantajı fark edemiyor ve ettiremiyorlar. Tam tersine, kendilerini alçakta ve geride görüyorlar. Neden? Bunun birkaç nedeni var.
Birincisi, duygu derinliği Doğulularda standart donanım. İçlerinde taşıdıkları halin Batı toplumundaki eksikliğine uyanmıyorlar. Onları da kendileri gibi derin, artı akılcı zannediyorlar. İkincisi, Batı’yı kamu düzeni üzerinden tanıyorlar. Kamusal alanda duygusal derinlik aranmaz. Batılı insanı mahrem hayatı üzerinden tanısalar Batı’daki kamusal atmosferin ruhları ezici yan etkilerini görürlerdi. Üçüncüsü, Doğulu insanlar duygusal eğilimli oldukları için çabuk duygu geliştiriyorlar. Gıpta ve hayranlık gibi duygulara baştan teşneler. Batı’da neyin eksik ya da fazla olduğuna ve bunun sebeplerine dair cesur bir akılcılık ve eleştirellik içinde olamıyorlar. Batı’nın kendisini üstün bilmesi ve maddi üstünlük kurması karşısında teslim olmaktan başka çare bulamıyorlar. Batı uygarlığına derinlik kazandıracak, böyle bir şeyi hayal edecek cürete erişemiyorlar. Tam tersine, Batı’nın kareye benzeyen yaşam çerçevesine girmeye çalışırken özgüven kaybediyor, derinliği bulandırıyor, bir değer ortaya koyamaz hale geliyorlar.
Mamafih Batı’da uzun süre kalanlar Batı’yı gayet net okuyorlar: Batı’da duygu derinliği, manevi tatmin potansiyeli yok. Kuru, işlevsel bir akılcılık var. O akılcılıktan doğan bir toplumsal düzen var. Fakat düzenin her tarafını saran bir anlamsızlık duygusu da var. Toplumsal yapı derin bir anlamı taşımaya da tartışmaya da müsait değil. İnsanların birbiriyle düz bir akılcılık çerçevesinde ilişki kurması bekleniyor. Bundan da etkileşimlerde saygı ve düzene güven atmosferi doğuyor. Peki insanların birbirine kalpten saygısı ve güveni var mı? Yok.
Batılı insanın bugünkü toplum seviyesine gelmesi hem çok yavaş hem de çok hızlı olmuştur. Çok yavaştır çünkü genetik olarak duygusal kabiliyeti az olan Batılı insanın akılcı toplum düzenine çok daha önce ulaşması gerekirdi. Fakat bir açıdan da çok hızlı olmuştur. Ortaçağ Hristiyanlığının oluşturduğu karmaşık duygusallıktan arınır arınmaz akılcı toplum düzeni kurdular. Tabii bunu yine bir parça Hristiyanlığa borçlular. Zira Hristiyanlık, Batılılara soyut ve sistemli düşünce yeteneği kazandırmıştır. Batı uygarlığının seküler akideler ve kurumlar geliştirmesi bu altyapı sayesindedir.
“Genetik olarak” dedim. Bu sözle ırkçılık yaptığım zannedilebilir. Açıklayayım.
Evvela şunu söyleyeyim: Batı uygarlığının temelinde ve devamında ırkçı düşünceler egemendir. Irkçılık olmasa ne sömürgecilik olurdu ne Amerika olurdu ne de dünyada bu kadar adaletsizlik olurdu. Batılı insan gizli ırkçılığı terk etsin, dünyanın sorunları hızla çözülür.
Batı ırkçılığının çok vahşi ve kınanan yönleri olduğu gibi tüm dünyada kanıksanan yönleri de vardır. Örneğin, Doğulu milletlerde sarışınlığı özel bilip övme, hatta kadınlarda saçını sarıya boyatma furyası görülür. Aksini yani saçını siyaha boyatmış sarışın kadını ise Doğu’da da Batı’da da görmezsiniz. Neden?
Bu olgu zevkle mi açıklanmalı? Yoksa ırkçılığın kanıksanması mı? Elbette ki kanıksanması. Bu ırkçılığı dengelemek adına ben de ırkçıymışım gibi konuşayım:
Ekseriyetle sarışın olan Batılı uluslar genetik açıdan dezavantajlarla dünyaya gelmektedir. Sarı, altının yani maddiyatın rengidir. Derinlik ifade etmez. Sarışın oldukları için duygusal açıdan derinliksiz, maddiyat odaklı ve önceliklidirler. Bu özellikleri sebebiyle maddi düzen kurmada avantajlı olabilirler. Fakat kuracakları düzenin insan ruhunu gözetip tatmin etmesi mümkün olmayacaktır.
Doğulu halklarsa genellikle duygusal derinlik ve maneviyat potansiyelini gösteren siyah ve kahverengi gibi koyu renklidirler. Eğer başka hiçbir faktör yokmuş gibi konuşulacak olursa üstün olan, sarı değil koyu saçlı olmaktır. Çünkü koyu olan açık olanı, derin olan sığ olanı içine alma kapasitesine sahiptir.
Mevcut ırkçılığı dengelemek için açtığımız parantezi burada kapatalım:
Hakikatte kimse kimseden üstün değildir. Zira tüm insanların saçı aslında beyazdır. Yaşlanınca boya silinir ve herkes beyazda eşitlenir.
İnsanların genetik yapısında olan her bir özellik, bir avantajlar ve dezavantajlar paketiyle gelir. Mutlak bir üstünlük/alçaklık ifade etmez.
Küp ve kare meselesi de böyle…
Evet, Batı kare gibi. Yüzeysel. Fakat karenin içini doldurmak çok kolaydır. Eline cetveli alıp gayet düzgün çizgilerle desenler, şehirler, kurallar ve tutumlar üretmek kolaydır. Bunu becerememek ayıptır. İşte Batı toplumu ve hukuku bunun gibidir. Derinliği olmayan bir toplumda, derinliği olmayan, mantıklı kurallarla bir arada yaşama olgusudur.
Batılı çizgilere girmezseniz Batılı insan sizi başıbozuk, tekinsiz, akıl zaafı olan, dolayısıyla geri ve düşük biri olarak algılar. Batı kalıplarla yaşar ve insanı kalıplar zira. Aksini bilmez.
Burada bir klişeye de cevap verelim: Batı’nın özgür olduğu klişesi.
Batı’da özgürlük Doğu’dakinden kesinlikle daha fazla değildir. Batı’da özgürlük Doğu’dakine kıyasla daha dar fakat daha net sınırlar içinde yaşanır. Sınırların içinde korunaklı bir özgürlük yaşadığınız için rahat hissedersiniz. Doğu’da ise sınırlar iyi çizilmemiştir. Fakat özgürlük alanları daha fazladır. Sorun şu ki Doğu’da daha geniş hareket alanlarınız olduğu halde her an müdahaleye açık olduğunuz için tedirgin olursunuz. Özgür hissetmezsiniz. Fark budur.
Evet, Doğu küp gibi. Derinliği var. Fakat bu derinlik şöyle büyük bir imtihanla gelir: Derinliği neyle, nasıl dolduracağız? İnsanın temiz, nezih, adil, merhametli duygularda istikrar kazanması dünyanın en zor işidir. Aklı bir kazığa bağlayabilirsiniz. Ama duyguları bağlayamazsınız. Duygusal olgunluğu ve istikrarı kolay kolay sağlayamazsınız. Böyle olunca da Doğulunun duygusal derinliği kargaşa çıkarır. İnsanlar kendileri için de toplum için de duygu kaynaklı tehlikeler arz ederler. Tehlikelere salt akıl ve mantıkla da karşı koyamazlar çünkü başkaları kendilerine duygusal yaklaşmaktadır.
Bu tablo ilahi bir denge ve adalet izlenimi veriyor. Sanki Allah Batı’ya derinlik vermemiş. Bir düzlem üstünde aklını kullanarak toplumsal düzen kurma imkanı vermiş. Doğu’ya ise derinlik vermiş. Çok daha olgun, anlamlı ve tatmin edici bir hayat potansiyeli vermiş. Fakat o potansiyeli heba edersen de gerek bireysel gerekse toplumsal olarak savruluyor, sefalete düşüyorsun.
Bu anlattıklarımın pek çok örneğini verebilirim. Mesela Batılı ateist dümdüz, tutkusuz bir inançsızdır. Doğulu ateist ise inançsızlığına duygu elbisesi giydirir. Mesela Türkiye’yi akıl ve bilim ışığında kurduğu söylenen Mustafa Kemal Atatürk, bir Doğu toplumu olduğumuz için bizatihi müthiş bir duygu konusu olmuştur. Lehte ve aleyhte. Akılcı bir analizle anlaşılamamaktadır. Kurucusu bile akıl konusu olamayan devletin diğer hiçbir meselesi de olgun akıl konusu olamamaktadır. Yine siyasi hayat Doğu’da fazlasıyla aklı susturma, duygulara oynama üzerinedir. Zira Doğulu insan duygusal bütünleşme yaşadığı kişilere, durumlara ve oluşumlara akıl lekesi(!) bulaştırmaz. Fakat normalde akıl ve bilim konusu olması gereken eğitime, hukuka, hatta ekonomiye, her şeye duygular fazlasıyla bulaşır.
Batı’da insanlar akıl gereği şüphecidir ve gönül bağı kurmazlar, hatta gönülsüz olmuşlardır. Doğu’da ise gönül bağı zannıyla güven geliştirilir ve duygu kaynaklı bu temelsiz güven pek çok sosyal ilişkiyi bozar. Bu duruma tepkiyle güvensizlik duygusuna düşüp mutsuz olanlar ve edenler de çoktur. Kısacası Doğu’da duyguların bozmadığı bir frekansta iletişim kurmak epey zordur.
Evet, bu şartlarda duygulardan olumsuz şeyler gibi bahsetmek zorunda kalıyoruz. Halbuki duygular olumsuz olmayabilirdi. İnsanlığın asil duyguları deniz fenerimiz olabilirdi. Ama olamıyor. Duygular bizi bozuyor, biz de duyguları kötü biliyor ve duyuşumuzu bozuyoruz.
Bakınız, Batı hukukunda merhamet yoktur. Akıllarına bile gelmez. Halbuki Doğulu insan hep merhamet ümidiyle yaşar. Merhamet eder ya da etmez. Buna kibir bulaştırır ya da bulaştırmaz. Her halükarda merhamet derinliğine referanslıdır. Ama düzgün ama çarpık merhamete…
Ben bunu en çok üniversitede sınıf ortamında görürüm. Batılı öğrenci öğrenciliğine pek duygu bulaştırmadan bir meslek icra ediyor gibi öğrenciliğini yapar ya da yapmaz. Sonuçlar kendisi için gayet öngörülebilirdir. Doğulu öğrenci ise adeta bir kader ve gizem denizinde, hocanın, şansın, hatta Allah’ın takdirine bağlı bir nesne gibi, pek çok şey elinde değilmiş gibi bir sürüklenme duygusuna düşer. Hayatı da öğrenciliği de bu duygusal enerji kaçaklarıyla yaşar. Haklıdır da…
Bir başka örnek: Batılı insan rasyonel davranışın (önce kendini düşünmenin) gereği diyerek sokak hayvanlarını katletmiştir. Merhamet etmemiştir. Doğulu insan ise merhamet eder fakat merhameti yönetmeyi beceremez. Köpek sürüleri insanları yiyecek noktaya gelir, yine çözüm bulamaz. Bir yanda Batı’nın kurduğu, gıpta edilen akılcı(!) düzen: İçinde merhamet yok. Diğer yanda Doğu’nun düzensizliği: Merhametten maraz doğuyor. Sebep? Doğulu insanın içindeki duygu derinliğini yönetememesi.
Doğu toplumlarında sürekli duygu ajitasyonlarıyla duygular daha da dejenere edilir, daha da yönetilemez hale getirilir. Ateşe sürekli odun taşınır. Duygusallık atmosferinde aklın ziyası karartılır. Aslında cevher yatağı olan duygu derinliği, hastalık yatağı haline gelir.
Velhasıl saçınızı sarıya ya da siyaha boyatabilirsiniz. Ama adeta genetik kod halinde olan varoluş ayarlarınızı kolay kolay değiştiremezsiniz. Altyapınızdan kaçışınızda bile altyapınızın imzası olur.
Bu nedenledir ki Batılı bünye yoga, Budizm vs. ile kolay kolay başkalaşamaz. Yogayı da benliğine malzeme eder, hakiki birlik duygusuna eremez. Her şeyi akıl kadrosuna sokup analiz etmeyi becerir Batılı. Aklın durduğu derinliklere dalmayı ise beceremez.
Doğulunun Batılı olmaya çalışması da küpün kareye sıkışma çabasından farksızdır. Uğraştıkça çarpıklaşırsınız. Ama uğraşmak zorunda kalıyoruz çünkü küpümüz karmakarışık. Bozuk, tekinsiz duygularla dolmuş. Yan taraftaki kare bize daha düzgün ve güvenli görünüyor.
Bir kare olan, pozitif hesap-kitaptan ötesini bilmeyen Batılı, Doğulunun derinlikli hayat tecrübesini kendi sığ ve teknik kalıpları içinde okuyor. Doğuludan akıl üstüne dair berrak izlenimler alamadığı için akıl altı bir güruhla karşı karşıya olduğunu düşünüyor. Küpün karedeki izdüşümünde -haklı olarak- keşmekeşten başka bir şey görmediği için Doğuluya saygı duymuyor, kendisini ileri, Doğuluyu kategorik olarak geri kabul ediyor. Saygısız muamele görmeyi Doğulunun kendi tercihi olarak yorumluyor. Evet, üstünlük vehmediyor. Evet, ırkçılık yapıyor. Fakat tüm bu tutumlarının doğru olduğuna dair en güçlü gerekçeyi, yine Doğu’dan ve Doğulunun duygu menşeli kaosundan almış oluyor. Kendince… Tıpkı Doğu’da Batı’nın öndeliğine dair kanaatlerin delili Batı’nın seviyesiymiş gibi görünse de asıl dayanağının Doğu’nun kendisi olması gibi… Zira Batı’nın ölçütlerine teslim olmak, Doğulu bir duygusallıktan kaynaklanır.
Doğu’da duyguların sağlıklı menşeinin kaybolduğunu söyleyebiliriz. Duygular toplum mühendisliğiyle imal ve manipüle edilir hale gelmiştir. Çokları örtüsü hiç açılmamış duyguların elinde esir. Kendini geleneğe tam bağlı dindar zanneden yahut din ötesinde akılcı, bilimci zanneden kimileri de var ki onlar belki de en örtük ve donmuş duygusallar… Bir esaret, bir donmuşluk, bulanmışlık içinde savrulan ve enerjisi heba olan Doğu, toplumsal bazda biçimsel düzen tutturan Batı’ya öykünmeyi hayatının ana duygusu haline getirmiş. Doğulunun tüm dünya ve düşünce işleri, bu gibi sorunlu duygulara gömülü… Hatta din ve maneviyat işleri…
Bilirsiniz: Adil, nazik vs. olmaya gayret eden, hassas insanlar hayatta biraz yaya kalır. Nice sığ insanlarsa bir yerlere gelir, kazançlar elde eder. İşte Doğu, bu ikisi arasında bocalaya bocalaya küpünü kirletti. Temizleyemiyor. Kareye sıkışmayı da başaramıyor. Kareye bakıp bakıp kendine kızıyor. Bir fasit dairede dönüp duruyor.
Sonuç olarak diyebilirim ki Doğu’nun ihtiyacı olan şey, sömürgeci-akılcı temelde güçlenmiş Batı’dan transfer edilecek şeyler değil. Batı’dan alınacak bilim de hukuk da siyasi sistem de Doğu’da hiçbir şeye çare olmaz. Kare için üretilen düşünceler küpe yeterli gelmez.
Doğu’nun devası, kuru bir akılcılık ve bilimcilik değil. Doğu, duygu-akıl ilişkisini iki tarafı da takdir ederek düzeltmek zorunda. Her şeyi bozan duygu-akıl bozukluğunu gidermek zorunda.
Doğu, duygu derinliğini yönetemedikçe sefalet içinde kalacak. Yönetebilirse bir ihtimal Batı da bilmediği bir boyutla tanışmış olacak. Bugün ileri zannedilen Batı uygarlığının ne denli yüzeysel ve manevi doyumsuz bir dünya düzeni kurguladığını insanlık gelecekte bir hatıra olarak konuşacak.
Ellerine diline sağlık iyiki varsın iyi akşamlar.
“Ben bunu en çok üniversitede sınıf ortamında görürüm. Batılı öğrenci öğrenciliğine pek duygu bulaştırmadan bir meslek icra ediyor gibi öğrenciliğini yapar ya da yapmaz. Sonuçlar kendisi için gayet öngörülebilirdir. Doğulu öğrenci ise adeta bir kader ve gizem denizinde, hocanın, şansın, hatta Allah’ın takdirine bağlı bir nesne gibi, pek çok şey elinde değilmiş gibi bir sürüklenme duygusuna düşer. Hayatı da öğrenciliği de bu duygusal enerji kaçaklarıyla yaşar. Haklıdır da…” , bir hukuk öğrencisi olarak “Harvard Hukukta İlk Yıl(Scott Turow)” adlı eseri okuduğumda yukarıda izah ettiğiniz şeyi iliklerime kadar hissetmiştim ve hep kendime “konusu insan davranışları olan böylesi bir alanın nasıl olur da insana dair bu kadar kör olması mümkün olabilir diyordum”, sanki yaptığımız şey bir f(x) fonksiyonu tanımlamak ve güncel hayattaki olayları o f(x) fonksiyonuna atıp çıktısını almaktan ibaret ve en garibi ise hukuki anlamda zihinsel ufkumuz tümüyle kanunların bize sunduğu kadar. Bu oldukça garip. Güzel yazınız için teşekkürler.
Hocam ellerinizden öperim bir doğulu olarak, başarılar dilerim bir batılı olarak. Çünkü Türkiyeliyim.
“Hizmetine ömrümü harcadığım memlekette dostlarım kalmadı gibi bir şey. Adeta yapayalnızım, boşlukta ve adeta etrafımdakilerden başka bir dünyadayım. İnsanın düşkünlüğünü, sefaletini bilirdim ama ruh sefaletinin bu kadar karanlığını görmemiştim. İnsan diyerek emek verdiklerimin hemen hepsi de ruh ve mana mefhumuna yabancı, menfaat kölesi bir takım haşerelermiş.
Ahlaksızlığını ummanı olan bu şark’ı yaşadıkça tanıyorum. Burada insanı fenerle arayanlar yanılmamışlar. ‘Müslümanız diyen insan yığını’ yok mu? Onlar şark’ın en aşağı tabakasını teşkil ediyor. Müslümanlık, yaşanan şekliyle Müslümanlık şark’ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlak; ne de Allah uzanır bunlara. Bunların önce her şeyi bırakıp insanlık devrine girmeleri lazım.”
Nureddin Topçu (11 nisan 1965 tarihli mektubundan)
Elinize sağlık hocam , çok yerinde tespitler .