Güçlü Kadın, Zayıf Anne


Kadın ve aile politikalarında müthiş bir keşmekeş var. Sebebi şu:

Kadınların daha güçlü olmalarını mı istiyoruz?

Daha korunaklı olmalarını mı istiyoruz?

Belli değil.

“İkisini de” diyemezsiniz. Çünkü kadınları korunaklı kılmaya yönelik her adım, kadının zayıf olduğu ön kabulünden beslenir. Kadını ne kadar korunaklı kılıyorsanız o kadar güçsüz varsayıyorsunuz demektir. Birine “güçsüz, güçsüz” diyerek onu “güçlü” kılamazsınız.

Bu bağlamda, kadın korumacı politikalar, kadınların zayıflığını tanımanın ötesinde tescillemekte, derinleştirmekte. Bunun sonucunda ise;

1) Devletin arka çıkmasıyla bazı kadınların güvenceleri arttı. Fakat devlet desteği mutlak ve sürekli olmadığı (ve olamayacağı) için bu kadınlar, geleneksel algılardan kaynaklı toplumsal desteklerini yitirip, daha sahipsiz ve kırılgan durumlara düştüler. Devlet desteği kurtarıcı statüde değildir ve olamaz. Teselli statüsünde.

2) Bir de aslında güçlü olduğu halde devletin “mağdur ve zayıf kadın” olgusuna çare olarak getirdiği çözümleri istismar eden, kötü niyetli kadınlar zuhur etti. Bu olgu da çok yaygın ve paradoksal. Gerçekten “mağdur ve zayıf” olan kadınlar, baskın kadınlar kadar fayda görmüyor korumacı politikalardan.

Bu olguların ikisi de problemlidir. Problemin kökeninde ise yukarıdaki karmaşa yatıyor:

Kadınlar güçlü müdür? Güçlü olmalı mıdır? Güçlendirilmeye muhtaç bir varlık gerçekten güçlü olabilir mi? Yoksa güçlendirme politikalarını istismar etme avantajına (gücüne) mı erişir?

Dahası: Güçten kasıt ne? Ne tür bir güç?

“Güçlü kadın” imajının lehine ve aleyhine çok şey söylenebilir. Nitekim bu imaj herkesin kafasında aynı değil. Her bağlamda da aynı değil.

Benim asıl dikkat çekmek istediğim husus şu:

Bence kadın ve erkek hüner bakımından iki farklı varlık. Toplumsal cinsiyetçiler kadın-erkek arası rol ve beceri farklılaşmasının tarihsel olduğunu, tersine çevrilebileceğini söylüyorlar. Buna katılmıyorum. Böyle bir şey mümkün olsa bile iyi olmaz. İşte Avrupa bunun net örneği: Kadın-erkek rol benzeşmesi, kişilik benzeşmesine yol açtı. Kişilik benzeşmesi cazibeyi yok etti. O da aileyi anlamsızlaştırdı. Aileyle gelen en sıcak mutluluklar insan hayatından çekildi. Kök sebep, kadın-erkek benzeşmesidir.

Bu kanaatime rağmen, kadın-erkek benzeşmesini savunalım, bir an için. Şöyle diyelim: Bir kadın, erkeklerin yaptığı her işi yapabilir. Bir erkek de kadınların yaptığı her şeyi yapabilir. Buna inanalım samimiyetle.

Bir şey hariç kalacaktır: Annelik.

Erkek anne olamaz. Kadın anne olabilir. Bu, mutlak ve değiştirilemez bir farklılıktır.

Annelik kutsaması yapmayacağım. Tam tersine, anneliği kadın-erkek dengesinde kadınların aleyhine bir durum olarak görüyorum (Anneliğin erkek karşısında güce dönüştüğü mikro boyutlar daha başka, patolojik. Burada ben daha makro düzeyde bir tespit yapıyorum). Feministler gibi kadın-erkek ilişkilerine bir güç olgusu olarak baktığımda, feministlerin gördüğünü görüyorum. “Feministler haklı” diyorum: Anne olan kadın, yarıştan kopmuştur, artık erkek kadar güçlü olamaz. Çok uzun bir süre, belki ömrünce… Çünkü karnında, sırtında ağırlığı vardır.

Anne olan bir kadın, erkekle eşit olma şansını kaybetmiştir. Bu bakımdan annelik, erkekliğin ya da babalığın değil, anne olmayan kadınlığın zıddıdır. Evet, tekrar edeyim: Anne olan kadınlarla anne olmayan kadınlar birbirine zıttır.

Anne olmayan kadın, erkekle hemen her konuda rekabet edebilir, eşit olabilir. Feminist ütopya bu kadın tipolojisi üzerine kuruludur.

Anne olan bir kadınsa, yükü artmış, zayıflamış, erkekle rekabet gücünü yitirmiş, himayeye muhtaç hale gelmiştir. Annelik gerçekliği bu iken feminist söylemlerin etkisi altında güç dilini konuşan bir annenin varacağı yer bataklık olacaktır: Zayıftır fakat güçlü olmaya mahkum edilmiştir.

Nitekim Türkiye gibi Doğu-Batı, gelenek-modernite arasında yırtılmalar yaşayan toplumların sorunu tam olarak bu:

Feminist ütopya doğrultusunda güçlü olmaya yönlendirilen / yönelen kadınlar, bir yandan da o ütopyanın tam zıttı olan annelik duygusunu arıyor, yüceltiyorlar. Meyhanede namaz kılarız diye tutturmuş oluyorlar.

Bu gibi zıt etkiler günümüzde kadın psikolojisini darmadağın ediyor. Erkek de karşısında bir yandan güç iddiasında bulunan, diğer yandan annelikle zayıflamış bir kadın görüyor. Bu kadınla mücadeleye girse zayıf bir varlığı ezmiş olur. Bu kadını himaye etmek istese edemez çünkü karşısındaki varlık benimsenmeye değil, konuştuğu güç diliyle reddedilmeye davetiye çıkarıyor.

Maalesef toplumsal akımlar da hukuk politikaları da bu paradoksal durumları perçinliyor.

Örneğin, özgür modern kadın, artık erkeğin nikahsız birlikte olup kolayca geride bırakabildiği kadın. Kadın özgürlüğü kadın değerine böyle etki etti.

Hukuktan bir örnek ise şu: Geleneksel hukukumuzda velayet haktan öte bir ödevdi ve erkeğe yüklenirdi. Modern hukukumuzda ise velayet ödevden öte bir haktır ve kadına verilir. Hak elde ettiğini zanneden kadın, aslında daha ağır bir yükün altına girmektedir. Erkek ise çocukları yetiştirme ödevinden azat edilmektedir, kadını önceleme adı altında…

“Feminizm kötü niyetli” demeye çalışmıyorum. İşin aslı şu: Feminizm, anne olmayan kadınlar içindir. Tüm kurgu bunun üzerinedir.

Anne olmayı isteyen yahut anne olan bir kadın için her feminist eğilim, onu biyolojik ve toplumsal zeminden koparıp, savrulmaya mahkum hale getirir. Çünkü annelik, tanımı gereği anti-feminist bir olgudur.

Savrulmaktan kurtulmak isteyen günümüz kadınlarına telkin edilen “canım kendim”ci, “ben özelim”ci, “ben her şeye yeterim”ci formüller kadını daha saygın değil, daha müşkül durumlara sokmakta. Güçlendiklerini zanneden kadınlar, psikolojik oyunlarla alt edilmekte, acı toplumsal gerçekler karşısında daha zayıf, daha kırılgan, daha muhtaç hale gelmekteler. Tek tesellileri, artık karşılarında bir eril güç hissetmemeleri.

Halbuki eril gücü merhametli, himayeci, fedakar olmaktan çıkaran sürece kendileri omuz verdiler. Erkekler ve kadınlar, birbirlerine tehlikeli hale gelme sürecini beraber yaşıyorlar. Erkekler kadınlardan daha kötü de kadınlar onlardan kurtuluyor değiller. Birlikte kötüleşiyorlar. Birlikte güvensizleşiyorlar. Birlikte kopuyorlar.

Tüm dünyada büyük bir yırtılma yaşanıyor bu konuda. Ve bu yırtılmadan çıkışın üç yolu olabilir:

1) Anneliği ortadan kaldırmak. Rahim dışı gebelik teknolojisi. Kadın, anne olmayacak.

Ya da en fazla, doğuracak, bırakacak. Devlet alıp bakacak. Kadında annelik rolü olmazsa kadın-erkek eşitliği mümkün. Aksi halde imkansız.

2) Geleneksel dengeye dönüş. Bu da imkansız. Teoride savunanlar çıkabilir. Ne günümüz erkeği eski mahrem ve mukaddes kadın profilini arar ne de günümüz kadını erkeğin gözünün içine bakmaktan mutluluk duyar.

3) Anne olan – olmayan kadın ayrımına gitmek.

Bunu biraz açmak istiyorum.

Günümüzde kadın politikaları anne olan ve olmayan kadınları aynı kefeye koyuyor. Bu iki kadın tipi arasındaki felsefi ve sosyolojik zıtlığı hiç dikkate almıyor. Biri erkekle asla eşitlenemez, feminist kurguya asla uyum sağlayamaz, diğeri ise feminist kurgunun gayesi, erkekle eşit olabilir iki kadın tipi bu.

Yahut da şöyle bir saçmalığa hevesleniliyor: “Kadının anneliğinden kaynaklı sosyal ve ekonomik dezavantajlarını gidermek için erkekleri değiştirelim. Hane içindeki erkek tipolojisini ve davranışlarını, kadınların feminist ve geleneksel istekleri arasındaki bocalamalarına uyumlu hale getirelim. Kısacası, bu erkekler gitsin, yeni erkekler gelsin”. Böyle bir şey mümkün değil. Zira erkek dediğin de sonuçta toplumsal mühendislikle yaratılabilecek bir varlık değil. Direnç gösterir. Başkalaşır. Kurguyu bozar. Hadi mümkün olduğunu varsayalım, bir-iki nesil sonra evlilik kalmaz, aile kalmaz. Çünkü erkek-kadın benzeşmesi aileyi yıkar. Yahut da çekime dayalı olmayan, şekli bir birlikteliğe dönüştürür ve koflaştırır. Temel tezim buydu.

Bir sonuca bağlamak gerekirse,

1) Dürüst, çelişkisiz, feminist öneri:

Kadına yönelik pozitif ayrımcılık politikalarının hepsi ama hepsi kadınların zayıf statüde olduğunu tesciller. Kadınlara “Siz zayıfsınız, pozitif ayrımcılığa muhtaçsınız”, “Siz erkekten farklısınız, özelsiniz” denilerek kadın-erkek eşitliği sağlanamaz. Toplumsal dinamikler, bir boyutta üstün kılınan kadınlığın başka bir boyutta geriletilmesini zorunlu kılar çünkü. Kadınlar bile bunu normal görür.

Kaldı ki eldeki gelenek-modernite karması kadınlığın eşitlik istediği de meçhul. Bana kalırsa erkekten farklı olmayı sosyal genetik olarak kabullenmiş kadınlar, eşitlikten ziyade avantajlılık peşinde… Avantajlılık ise ancak dezavantajlılıkla dengelenir. Bu denge, suyun ve havanın dengesi gibi varoluşsal bir kanundur.

Öyleyse, kadına yönelik pozitif ayrımcılıkların hepsinin kökü kazınmalıdır ki kadın-erkek eşitliği önce zihinlerde, sonra hukukta, sonra toplumda sağlanabilsin.

Maalesef feminist aktivistlerin pek çoğu, ayrımcılık talepleriyle feminist gayelerine en çok zararı kendileri veriyorlar. “Kadın zayıftır, muhtaçtır” algılarının derinleştirilmesine alkış tutuyorlar.

2) Aileci, gerçekçi öneri:

Anne olan kadın, anne olmayan ve olmak istemeyen, feminist kurguya müsait kadın tipinden net olarak ayrıştırılmalıdır. Bu iki kadın tipi, kendi tercihlerini yapmak bakımından elbette eşittir, eşit derecede saygındır. Bahsettiğimiz ayrışma, hukuk politikaları alanında olmalıdır.

Günümüzde çalışan anne, bir yandan geleneksel, diğer yandan modern beklentilere uygun olmak baskısı altındadır. Hem geleneksel annelerden hem de modern çocuksuz kadınlardan çok geride ve zor koşullar altındadır. Pozitif ayrımcılıkla donatılması gereken kadın sadece budur: Çalışan anneler.

Geleneksel, çalışmayan anneler, geleneksel dengelere tabidir. Modern çocuksuz kadınlar da modern eşitlikçi algılara göre muamele görmeli, hiçbir pozitif ayrımcılık talebinde bulunmamalıdır.

Önerdiğimiz pozitif ayrımcılığın dayanağı, feminist girişkenliğin aksine, kadının erkekten üstün veya alacaklı olması gibi rekabetçi, çatışmacı kabuller değildir. Gayet yalın bir gerçekliktir:

Çalışan annelerin geçmişin, bugünün ve geleceğin algılarının baskısını aynı anda taşımaları.

Bence feminist politikalar, desteğe en layık olan, en çok hakkı olan “çalışan anneler” kitlesine zarar veriyor. Anne olsun olmasın, aile istesin istemesin, erkeklere dair olumlu duygular beslesin beslemesin, bütün kadınları aynı çuvala koyarak yapıyor bunu. Annelik argümanını öne sürüp, kapı açıldıktan sonra bütün kadınlara imtiyaz sağlamaya çalışarak yapıyor. Odağı bulandırarak, bozarak.

Halbuki tablo net:

Anne olmayan kadınlar erkekle eşittir, eşit olmak zorundadır. Modern algılara göre… Tutarlı olmak istiyorsak…

Geleneksel bir değer olan anneliği seçmiş bir kadın ise iş hayatının yükünden ya azat edilmeli ya da iş hayatı anneler için olabilecek en elverişli hale getirilmeli. Elbette emek-maaş dengesi, iş güvencesi, anneliğin topluma katkısı, çocukların sayısı ve yaşları, babanın tutumu gibi adalet ölçülerini de gözeterek… Anne dostu olan ve olmayan meslekleri belirleyerek…

Vurgulamak gerekirse, günümüz kadını feminist ideallerle geleneksel idealler arasında presleniyor. Feminizme de itiraz etseniz geleneğe de itiraz etseniz hücum kıtaları hazır. Politik doğruculuk yüzünden kadınlar korkunç baskılar altında kalıyorlar ve seslerini de çıkaramıyorlar.

Neden mi?

Güçlü olma dayatması yüzünden!

Feminizm kadını güçlü, anneyi zayıf kılıyor. Dezavantajlı duruma düşmemek isteyen kadına, annelikten soğumayı tek seçenek olarak sunuyor.

Çalışan annelerin zayıflığına çare bulmak zorundayız. Bunun yolu, erkekleri kadınlara benzetmek değil. Peşinen kadınlık kutsaması yaparak bütün kadınları aynı imtiyazlarla donatmak hiç değil.

Çözüm:

1) Çalışan anneler özelinde pozitif ayrımcılıklar yapmak.

2) Anneliğe uzak feminist kadın kurgusu kapsamındaki pozitif ayrımcılıkların kökünü kazımak. Geleneğimizdeki kadın korumacılıkla modern feminist çatışmacılığı harmanlayan imtiyazcı yaklaşımlara geçit vermemek. Feminizm isteyenlere feminizmin tutarlı bir versiyonunu, hiçbir imtiyaz içermeyen tam ve gerçek kadın-erkek eşitliğini sunmak…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir