Bir önceki yazımızda çıplaklığın arttığını, bu durumun kadın-erkek arası cazibeyi ve toplumun duygusal dengesini sarstığını, uzun vadede yıkıcı sonuçlara yol açacağını açıkladık. Esasen çıplaklaşma eğilimi bir yönüyle sebepse, bir yönüyle de sonuçtur. Manevi insicam bozulduğu içindir ki çıplaklık artıyor.
Manevi insicam bozulduğunda hiçbir kesim bundan masun kalamaz. Her kesimde -o kesimin iddiaları açısından- çarpıklık ortaya çıkar. Muhafazakar kesimin çarpıklığı da “örtü” konusundadır.
Dünyanın ahvali öylesine hikmetli ki bozuluyor göründüğünde bile ahenklidir. Mesela; dinden uzaklaşan kesimlerdeki çıplaklaşma eğiliminden, açıklığı matah bir şey sanma basitliğinden bahsettik. Bu olguya tersinden uyumlu bir şekilde; dindar kesimlerde de örtme, örtünme, örttürme saplantısı genel karakter halini almıştır.
Burada örtü saplantısı ile kastedilen şey, başörtüsü değil. Başörtüsünün bütün farzların ve sosyal adalet kurallarının önüne konması tuhaflığı değil. Çok daha geniş bir olgu. Bununla birlikte, başörtüsünün serencamı, bu geniş olguyu izah etmenin de uygun bir enstrümanı olabilir.
Kökleri Tanzimat’a kadar götürülebilecek tesettür (örtü) konusunun siyasallaşması özellikle 1960’lardan itibaren gerçekleşti. Başörtüsü, Müslüman kimliğin kamusal alanda görünürlüğünün aracı oldu. Muhafazakarlar, başlarını örterek kimliklerini açığa vurmak istiyordu. Laik elitler ise meziyetli Müslüman kadınların başlarını açarak kimliklerini örtmelerini, görünmez olmalarını istiyordu.
Dini ve geleneksel argümanları bir tarafa bırakalım. Hukuken ve hatta nötr laiklik açısından bile haklı olan kesim dindarlardı. Ve uzun yıllar mücadele ederek, sabırla çile çekerek haklarını aldılar.
Elbette dindarların tek davası başörtüsü üzerine değildi. Fakat başörtüsü tüm davaların altında toplandığı bayrak oldu. Ve ne acıdır ki o bayrak altında zafere yürüyen dindar kesimin bugün en büyük problemi yine örtü. Ama bu sefer bildiğimiz başörtüsü değil. Başka tür bir baş örtüsü, kafa örtüsü, düşünce örtüsü…
Clifford Geertz, dini, semboller bütünü olarak tanımlar. Sembol kelimesini ise hakikatin yansıması değil, zıttı anlamında kullanır. Yani insanların duygusal ihtiyaçlarını kodladıkları, uydurdukları şeyler…
Böyle düşünenlere göre din, hakikat değildir. Hakikat içermez. Sembolizmdir. Dini umdeleri sembole dönüştürmeyi sorgulatan bu yaklaşımın aynasında, bazı Müslümanların dinlerine(!), bahusus başörtüsüne sahip çıkma biçimleri bana öteden beri şüpheli gelmiştir. Çünkü onların hakikate mi, yoksa sembole mi sahip çıktılarından emin değildim. Ta ki başörtüsü bayrağı altında kemikleşen asabiyet yürüyüşü olgunlaşana kadar…
Olgunlaşan iktidarın bugün en belirgin özelliği nedir, diye sorarsanız cevabım ne ekonomik kriz olur, ne sığ eğitim politikaları, ne perişan yargı, ne de liyakatsiz bürokrasi…
Cevap: Gerçeği örtmek, örttürmek; örtmeyeni yok saymak, yok etmek üzerine kurulu bir gidişat.
Evet, bugün Türkiye’de en büyük iktidar, örtünün iktidarıdır. Hakikatlerin üstüne örtülü örtünün…
Adeta, bir davanın bayrağı olan başörtüsü büyüdü, büyüdü, başkalaştı ve bütün ülkeyi saran bir duman tabakasına dönüştü. Ve böylece 28 Şubat atmosferinde haklı görünen o davanın, Allah’ın hikmetli ve hakikatli bir emri olan başörtüsü için olmadığı, nefsaniyete bulaşmış bir sembolizm olduğu aşikar oldu. Meğer o mücadeleler ciddi bir hakikatsizlik içeriyormuş da bunun anlaşılması için, örtünün saplantı yönünün, iktidar ele geçirilince bütün başların örtüleceğinin görülmesi için on yılların geçmesi gerekiyormuş.
Ben buna “başörtüsünün intikamı” diyorum. Araçsallaştırılan, politize edilen, bütün hak ve hukuk ilkelerinden daha çok sahip çıkılan, toteme dönüştürülen başörtüsü muhafazakarlardan intikam aldı. Alıyor. Onları örtülü, örtü saplantılı şebekelere dönüştürdü.
“Tedbir yapıyoruz” diyeninden “Kurumlar zarar görmesin” diyenine, adamcısından rantçısına kadar dindar kesimler bir örtme, örtünme, örttürme psikozuna esir olmuş durumda. Örtücülük, kültürel salgın oldu.
Çocukluk yıllarımızda öğrendiğimiz temel bilgilerden biri şuydu:
Mümin, emin olandır. Allah’tan emindir. Kendisi de emindir yani güvenilirdir. Yalan söylemez. Hakikat odaklıdır. Hakikate sadıktır.
Kafir ise örten demektir. Hakikati örter. Hem kendisine hem de başkasına karşı örter. Hakikatle bağı koparmaya çalışır.
Yani mümin ile kafir arasındaki fark, hakikatle ilişkileri bakımındadır. Mümin hakikati esas alıyor. Kafir ise hakikatleri örtüyor. Ölçüt olmaktan çıkarıyor.
Bugün kamusal alanlarda en şiddetli ve yaygın davranış kodlarımızdan biri gerçekleri örtmek değil mi? Bildiğimizi bilmezlikten gelmek değil mi? Olanlar olmuyormuş gibi davranmak, olmayanlar da oluyormuş gibi davranmak değil mi?
Tek tek misal vermeye gerek yok. Herkes her şeyi biliyor. Hiçbir kurumun verimli ve adil işlemediğini, sağlıklı geri dönüşlerin yapılamadığını, gerekli adımların atılamadığını, her yerde kolpalığın hüküm sürdüğünü, kalitesizliği, bir idraksizlik ve acziyet tünelinde debelendiğimizi hepimiz biliyoruz. Ama çok da güzel örtüyoruz. O kadar güzel örtüyoruz ki kendimiz bile inanıyoruz.
“İyi şeyler olmuyor” demiyorum. Elbette oluyor. Elbette kabiliyetli ve gayretli insanlar var. Onların emekleri var. Fakat onların emekleri dahi haksızlıkların ve başarısızlıkların perdelenmesi yolunda istismar edilmekten, yalana alet edilmekten kurtulamıyor. Yüzde 5-10 iken yüzde 100’müş gibi gösteriliyor. Tabii eğer o iyi şey bir sahtelik koalisyonunun işine geliyorsa…
Öyle güruhlar var ki işleri-güçleri hükümeti övmek, alkışlatmak. Kimisi kabaca, kimisi ise kendince sofistike biçimlerde holiganlık yapıyor. Bu tavırları yalancılığın ta kendisidir. Zira hakikatin önemli bir kısmını gizlemek de yalandır.
Yine öyle kesimler var ki hükümetin hiçbir doğrusu yokmuş gibi davranıyorlar. Sanki Türkiye bu iktidardan önce çok iyiymiş de, tüm problemler son yirmi yılda başlamış gibi konuşuyorlar. Öteden beri berbat olan, tek bir gün bile adaleti yüceltmemiş hukuk sistemini ilk defa bu hükümet bozmuş gibi konuşup, sahtekarlık yapıyorlar.
Fakat burada asıl mesele, o kesim ya da bu kesim değil.
Asıl mesele, bugün bu memlekette herhangi bir ortamda hakikat, çıplak hakikat ne kadar tolere ediliyor? Bakınız, hakikatin saygı görmesini, ölçüt alınmasını, yolumuzu çizmesini geçtim. Tolere edilmesinden söz ediyorum. O bile çok ama çok kısıtlı.
Örtücülük hastalığımızı gerekçelendirmenin sayısız formülünü ürettik. Daha doğrusu, var olan formülleri çarpıtmayı çok iyi beceriyoruz:
- Her doğru her yerde söylenmez.
- Her doğruyu söylemeye memur değilsin.
- Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.
- İdare-i maslahat
- Devir algı devri.
- İnsanların günahlarını, kusurlarını örtmek gerek.
- Kötülükleri ifşa edersek daha da yayılırlar.
- Bir tuğla çekersek duvar yıkılır. Duvar mı yıkılsın?
- Dengeler…
- Her şeyde bir hikmet var. Mevla görelim neyler.
- Sadece iyilikleri, güzellikleri konuşalım. Pozitif olalım.
- Herkes hak ettiğini bulur.
- Büyüklerimizin bir bildiği vardır.
- Makamın takdiri…
- Alemin delisi ben miyim?
gibi yüzlerce formülümüz var. Bu formüller bizim zihniyetimizi dokumaktadır. O zihniyet de bizi gün geçtikçe rezil rüsva eden zihniyettir.
Söz konusu formüllerin hepsi bir tarafından tutulabilir, yerine göre haklı formüllerdir. Ama adil, akıllı ve cesur bünyelerde… Sefil bünyelerde bu formüllerin vardığı nokta şu: “Gerçekleri örtelim, menfaatimize göre konuşalım, susalım”. Ortamına göre, adamına göre, hesabımıza göre… Böyle sefil bir toplum olur mu? Böyle bir sefaletin sonu iyi olur mu?
Örnek: Bir kamu çalışanının evlilik dışı ilişkisi kimseyi ilgilendirmez. Kurcalanamaz. İfşa edilemez. Yasaktır. Ama bu ilişki o kişinin işine yansıyorsa o zaman da o ilişkinin örtbas edilmesi rezalettir. “Günahları örtmek gerek” gibi bir ilkeyi çarpıtıp, kurumların düzgün işlememesine ve kamu hakkının zayi edilmesine göz yumarsanız, kusura bakmayın ama sizin kafanız örtülü demektir.
İşte bugünkü sosyal ve siyasal atmosferde hepimizin üstü örtülü, kafası örtülü… Hepimizin… Bir hakikatin hakperestçe söylenmesine müsait ortam kalmadı. Söylense bile etkili olma şansı yok. Öylesine güçlü propaganda rüzgarları esiyor. Hepimiz teslim olduk. Hepimiz.
“Efendim, siyasi alternatifler çıkıyor. Doğruları konuşuyor”. Siyasi hırslarla hakikatin bir kısmını ifşa etmek muteber değildir. Toplumu ilgilendiren hakikatlerin tamamını konuşabileceğimiz bir mecra var mı? Lütfen gösterin. Hakikatin tamamına ilgi duyanlar nerede? Sinmiş değiller mi bu yalan tufanı karşısında?
“Ne örtülür, ne örtülmez?” Var mı bunun bir doktrini? Dindarların, saplantıya dönüştürdükleri örtme davranışına dair bir felsefe, bir çerçeve geliştirmesi gerekmez mi? Bütün çarpıklıkları örtüyoruz. Rezaletleri görüp sineye çekiyoruz. Menfaatimize bakıyoruz. Sonra da “Dindarlık azalıyor, sapkınlıklar artıyor, rüşvet ve yolsuzluk normalleşiyor” gibi serzenişlerde bulunuyoruz ki bu münafıklıkla gidersek yakında serzenişte bulunma vicdanımız bile kalmayacak.
Velhasıl, bir uçta açma-açılma takıntısı, bir uçta ise örtme-örttürme takıntısı…
Bu iki olgu birbirini tamamlıyor. Düzelme olacaksa önce “Biz inançlıyız” diyenlerden başlamalı. Önce biz kötülüğü, yanlışlığı örtbas etme zihniyetinden sıyrılalım. Haksızlık, ölçüsüzlük, adaletsizlik olmuyormuş, aslında her şey yolundaymış, sadece nankörler sızlanıyormuş gibi rol yapma kafasından…
Aksi halde, başörtüsüyle filizlenen iktidarın, baş örtüsüyle tepetaklak olduğunu göreceğiz.
Seni tebrik ederim arkadaşım iyi analiz etmişsin. hakikat ile sembolü ayırt etmiş az insan bulunur. selamlar.
Hocam, yazılarınızı merakla bekliyorum. Bildirimleri açık tutuyorum. Toplumsal olaylara derinlemesine bakan, analizlerinde çelişkilerin neredeyse hiç olmadığı metinleriniz adeta bir kılavuz görevi görüyor benim için. Umarım icracı noktada bu anlayışla hizmet ettiğiniz günleri görebiliriz.
Eee …. Sonra …??
Kim ne ??
Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
Üçüncüsü: Adavete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.
Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.
Hutbe-i Şamiye – 19
Emir hocam,
Mevcut Durum ancak bu kadar net ifade edilebilirdi. Kalemine sağlık .
Akıllar birilerine kiraya verildiği müddetçe gün gelir stopaj ve damga vergisi ile hem senin hem de gelecek nedillerin tüm yaşantısına ipotek konulur.